Arama

Ekrem Demirli
Haziran 18, 2023
Hac: Yol, Yolculuk ve İnsan

İslam'da dini hayatın çerçevesi yol ve yolculukla ilgili kavramlarla belirlenmiştir: Sırat, şeriat, tarikat, dalalet, hidayet, hayret, süluk vb. kavramlar insanın var oluşunu bir yolculuk gibi gören birçok kavramdan bazı örneklerdir. Dini hayatın yol ve yolculuk kavramları üzerine kurulmuş olması, dünyanın gurbet, insanın yolcu ve öte dünyanın sıla olarak görülmesiyle başlar, geçici gurbetin sorunları, bir türlü yerleşememe ve sükunet bulamama ıstırabıyla devam eder, en nihayetinde ölümü meşakkatli bazen de haz veren gerçek dönüş sayarak nihayetine ulaşır. Doğum ile geldiğimiz gurbetten sılaya dönüş ölümle gerçekleşir. Sufiler ölüm asıl yurda dönmek, öteki dünyaya doğmaktır derken bunu anlatır. İşte İslam'da haccın kurucu rükünlerden birisi olması tam da bununla ilgilidir: Bir gurbet olarak dünya, bir yolcu olarak insan, bir yolculuk olarak var olmayı anlamak üzere haccederiz.

Hac, baştan sona bir 'şeair' yani işaretler ibadetidir: Kabe'nin 'ulvi alemin' nişanesi ve iz düşümü olduğu çeşitli rivayetlerde beyan edilir. Hacer-i esved cennetten gelen Adem'e asıl yurdu hatırlatan bir taştır: gerçekte beyaz iken kararmış, beyazlığını içinde saklayan bir kara taştır. Kabe'de tavaf eden insan aşağı mertebelerden ulvi mertebelere dahil olmak, yukarı doğru yolculuğu ikmal etmek üzere tavaf eder. Buradaki dönüş, ilk noktaya varmak için geriye doğru bir hareket, daha doğrusu asla dönüş hareketidir. Tavaf her bakımdan geriye sarış, geriye dönüş tarzındaki menfi bir harekettir; yol yürümek değil, yerinde dönmek fakat geriye doğru dönmektir. Yolunu yitiren bir insanın hatırlayabildiği son noktaya dönerek zihnini tazelemesi gibi bir şeydir bu. Haccın herhalde hemen bütün bahisleri başlama noktasına dönüş fikriyle irtibatlıdır, bütün unsurlar insanın yerleşik ve değişmez kesinlikte inşa etmek istediği hiyerarşik dünyanın bozumunu amaçlar. Ahlak nazariyeleri Kabe'nin bu özel durumunu ele alarak ahlak ile yolculuk, yolculuk ile değişim, değişim sürecinde başa dönüş ve hatırlama arasındaki ilişkinin zeminini hacca dayandırmışlardır. Lakin burada ciddi teolojik sorunlar ortaya çıkmış, bu sorunların çözümü için yeni yaklaşımlar, açıklamalar aramışlardır: İnsan yolculuk ederken nereye gider veya niye yolculuk etmek zorunda kalır? Bahis mevzu olan hac ise insan Kabe'ye niye ve kime gider?

Bayezid-i Ekber yaşadığı şehri terk etmeye karar verdiğinde yolda karşılaştığı biri ona 'nereye gidiyorsun?' diye sormuş, o da 'Bestam'dan ayrılıyorum, Allah'ı aramaya gideceğim' demiş. 'Allah'ı aramak', Bayezid'de açık ve basit bir üslupla zikredilmiş olan dini hayatın maksadını teşkil ederken bu maksat genellikle dolaylı anlatımlarda saklanır (Hakkın rızasını aramak, ahlaklanmak, dindar olmak gibi). Gerçekte insanın aradığı ne odur ne budur, insan sadece Allah'ı arar, arayışı ise ya kesin bir inançla-bilgiyle veya daha açık bir şekilde O'nu görmekle gayesine erer. Dini 'din' kılan en önemli husus insanın asıl maksadına müspet cevap vermiş olmasıdır: İnsana 'sen göreceksin' diyerek onun içindeki büyük arzuya müspet cevap vermiş olmakla insanı yüceltmiş, onun beklentisini kuruntu ve vehim olarak görmeyerek bütün insanları maksatta eşitlemiştir. Yoldaki ayrılıklar maksattaki eşitlikle aşılabilecektir. Hal böyleyken şunu sormak gerekir: Allah nerede aranır? Adamın Bayezid'in halini anlamak üzere sorduğu soru bu bakımdan mühimdir: 'Allah Bestam'da yok muydu?' diye sorar adam. Bu soru dini hayatın en önemli konularından birisini teşkil eder: Her yerde olan Allah'a gitmek, her yerde bulunanı belli bir yerde aramak, başlı başına bir tezattır. Sınırlılık, mekanda bulunmak insan için geçerlidir ve zihnimiz bu koşullanma ile hareket ederek 'nerede' diye sormayı haklı ve makul bir soru kipi olarak kabul ederek varlığa yönelir. Bu meyanda insan Tanrı'ya belli bir mekan izafe etmese bile, O'nu bir yerde arar gibi hareket eder, yolculuğu birine veya bir yere gitmek gibi mekânsal hareket anlamı taşır. İbnü'l-Arabi 'Allah'a davet bir mekirdir' derken bunu beyan eder. Çünkü '-e davet' veya çağırmak, bulunulan yerde olmamayı iktiza eder. Halbuki Tanrı'yı tanıyınca O'nun her yerde bulunduğunu, çağrılan yerde de olduğunu fark etmekle insan hayrete düşer. Dini hayattın yolunu şaşırmak anlamındaki hayretten başlayarak metafiziksel bir hayrete ulaşması bu gerçeği anlatır. Peki Bayezid ne yapacaktır? Bestam'dan gitmeli midir, yoksa kalmalı mıdır?

Yolda karşılaştığı insanın Bayezid'e 'Bestam'da Allah yok muydu?' diye sormuş olması dikkatimizi bu temel paradoksa çekse bile, Bayezid yaşadığı şehirden çıkmak, en azından bir dönem için ayrılmak zorundadır. Çünkü Allah'ın orada bulunduğu muhakkaktır ve sorun bu değildir! Gerçekte Bestam'da bulunmayan bir hüviyet ve bir ferdiyet olarak Bayezid'dir. Bayezid Allah'ı bulmak üzere değil, Allah'ı bilebilecek bir ben'i keşfetmek üzere Bestam'ı terk etmek zorundaydı.

Bu vakıa insanın toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak görüldüğü çağdaş düşüncede daha iyi anlaşabilecek birtakım düşüncelerin yardımıyla tahlil edilebilir: Zihnimiz yaşadığımız dünyanın bir ürünü (ibnü'l-vakt değil ama), bulunduğumuz sosyal şartların ve sınıfların bir sonucu iken zihnimizin özgürleşmesi ve hakikatle irtibat kurabilmesi bu şartlardan belirli ölçüde bağımsızlaşmasına bağlıdır. Göç etmek, yerleşik olanı terk etmenin esas amacı da budur: Zihni özgürleştirmek, sabit ve değişmez bir dünyanın zihin üzerinde kurduğu bağların kırılmasını sağlamak. Çağımızdaki birçok düşünür, insanın özü fikrini kabul etmez; onlara göre insan, yaşadığı zamanın ve bulunduğu şartların bir ürünüdür. Tarih ve zamanın düşüncenin anlaşılmasına imkan veren bir 'alet' olarak değil, bir düşünme kalıbı ve anlam formu olarak ortaya çıkmış olması modern zamanlara mahsus bir gelişmedir. M. Heidegger'in eserine 'varlık ve zaman' ismini vermiş olmasının nedeni anlam ile zaman arasındaki güçlü bağdır. 'İnsanın hakikati yoktur, onun bir tarihi vardır' çağdaş düşüncenin insan telakkisinin ana fikirleri arasında kabul edilebilir.

İslam düşünce geleneklerinde insanın sosyal şartlar ve çevre koşullarıyla ilişkisini en doğru tahlil edenler sufiler idi. Sufiler için hiç kuskusuz hakikat, özellikle insanın hakikati diyebileceğimiz bir şey vardı, bu bakımdan tasavvufu çağdaş dünya teorilerine irca etmek doğru olmaz. Fakat insanın bu hakikate varabilmesinin önündeki engelleri tespitte çağdaş düşüncenin çok önemli katkıları olabilir. Bu engellerin aşılması için tasavvuf bir çok yöntem önermiştir. Özellikle insanda 'ikinci doğa' gibi yerleşen bu şartlar, insanın hakikatinin yerini alır ve hakikati unutulmuş kılar. Toplumsal ve zamansal olanın üzerimizdeki baskısını azaltmak, ikinci doğanın ve kimliğin etkisinden arınarak ne isek ona doğru gidebilmek için yolculuk, başlı başına bir yöntem olarak düşünülür. Çünkü ikinci doğayı oluşturan şey, yerleşiklik, mülkiyet bilinci, insanlar arası ilişkiler, bu ilişkilerin insan üzerinde kurduğu baskılar, bağlar, kölelik-sahiplik hissidir. Bütün bunları insana kabul ettiren ise insan içindeki korkular, özellikle de varlığını koruma güdüsüdür. Yolculuk bu temel korkularla yüzleşmek, var olmayı korkunun bulduğu çözümlerde değil, hakikatle ilişkide görmek üzere başvurulan bir hicret ve göç hareketidir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN