Vahdet-i Vücûd anlayışının Şeyh-i Kebir'i Sadreddin Konevi
İslami düşünceye dair kaleme aldığı metinler ve gerçekleştirdiği çevirilerle tanıdığımız Prof. Dr. Ekrem Demirli düşünce hayatımızı beslemeyi sürdürüyor. Demirli'nin Fikriyat Yayınları'ndan neşredilen Sadreddin Konevi tercümeleri ülkemizdeki düşünce vadisine önemli katkılar sunduğu gibi aynı zamanda içinde tüm entelektüeller için de bir okuma daveti barındırıyor. İşte, Mustafa Akar'ın Ekrem Demirli ile metafiziğin kurucularından Sadreddin Konevi üzerine gerçekleştirdiği röportaj.
Önceki Resimler için Tıklayınız
◾ Metafizikçiler başından beri demişlerdir ki "kâmil olanı ancak kâmil olan anlayabilir." Çünkü anlamak sadece kavram düzeyinde olan bir şey değil. Ruhsal yetkinlikle ilgili bir şey. Tasavvuf söz konusu olduğunda kelimeler çok rahat kullanılıyor fakat ben hesabını veremeyeceğim kelimeyi kullanmayı sevmem. Onun için "görmek, olmak" gibi tabirleri kullanmayı tercih etmem. O yüzden şöyle bir cümleyi burada söyleyebilirim: Bir bakıma ahlaken bulunduğumuz yer ile idrakte bulunduğumuz yeri eşit kabul ediyorlar. Dolayısıyla modern dünya ahlaken oraya çıkmaksızın ve o davranışa ulaşmaksızın idrakimizin oraya ulaşabileceğini kabul ediyor ama Kant veya Descartes öncesi klasik dünya bunu böyle kabul etmiyor. Ahlakın neredeyse idrakin oradadır. İdrakin biraz daha önde olabilir ama ahlakının ona yakın olması lazım. Dolayısıyla Konevi'nin bu tarz bir yetkinlikten söz ediyor olması lazım ve kitaplarının anlaşılmasındaki güçlük biraz bununla ilgilidir.
Mustafa Akar: Sizin sözlerinizden yola çıkarak soruyorum; Konevi ve İbn Arabi ile birlikte tasavvuf nazarî bir disiplin olma hüviyetini mi kazandı?
Ekrem Demirli:
◾ Tasavvufu biz üç evrede mütalaa ederiz. Birinci evre ilk yönelimler dönemidir. Bütün disiplinlerde olduğu gibi ilk dönemlerde abartılı örnekler ortaya çıkar. Normal şartlarda Asr-ı Saadet ya da sünnetle izah edemeyeceğimiz böyle birtakım iddialar ortaya çıkıyor. Mesela diyelim ki Müslümanlar oruç tutmayı bilirler ama bu ilk dönemdeki insanlar on, on beş gün aç kalmayı savunuyorlar. Mesela yine Müslümanlar diyelim ki inzivayı, halveti, itikafı falan bilirler ama bunlar on sene çölde yaşamayı savunuyorlar. Aşırılıktan kastım bu. Cüneyd-i Bağdadi ile birlikte ikinci jenerasyon başlıyor. İkinci jenerasyon üyeleri işte Kuşeyri'den Gazali'ye kadar geliyor. Bunlar bir nazariyat oluşturuyor, daha doğrusu tasavvufu kaleme geçiriyorlar. Bundan öncesini yaşanmış ama yazılmamış, kayda geçirilmemiş tasavvuf olarak düşünmemiz lazım. O dönem yazarları şöyle diyorlar: Tasavvufun iki dönemi var, birincisinde kendisi var fakat adı yok. İkinci dönemde ise adı var kendisi yok. Birinci dönem sonrasında tasavvuf fıkıh ve kelam ilimleri içerisinde bir ahlak ilmi olarak ortaya çıktı. İbn Arabi ve Konevi ile birlikte ise artık fıkıh ve kelam referansı ortadan kalktı, en azından değişti ve tasavvuf en büyük iddiasına ulaştı. Kendince bir disiplin oldu ve aslında bütün din ilimlerini kuran bir tür metafizik haline geldi. Konevi olmasa bunu fark etmezdik. Sadreddin Konevi ve İbn Arabi ile birlikte dini düşünce zirvesine ulaşıyor. Ve burada Konevi'nin ifadesini kullanalım, "Ağaç meyveye duruyor." Meyve vermeye başlıyor.
Mustafa Akar: Bu anlamda Sadreddin Konevi'nin yerini biraz daha netleştirebilir miyiz? Bu disiplin nasıl bir disiplindir? Ve metafizik düşüncede tüm insanlığı ilgilendiren yanları nelerdir?
Ekrem Demirli:
◾ Düşüncede felsefe büyük bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Bir taraftan Platon, Aristo ve oradan gelen Grek mirası ve metafizik gelenek var. Bir de bunun karşısında ilhamcı ve sezgici gelenekler. Tasavvuf sürekli bu ikisi karşısında bir pozisyon almaya çalışır. Ne sezgiciliği tam kabul eder ne de o Grek mirası içerisine tam dahil olur. Fakat İbn Arabi ve Konevi'ye geldiğimizde iş değişir. Bir de Razi'yi yok sayarak İbn Arabi ve Konevi'yi anlayamayız. Razi, Müslüman düşüncenin metafizikle yani Grek metafiziğiyle hesaplaşmasında en kritik isimdir. Hesaplaşmayı Gazali başlatıyor, Razi bunu ikmal ediyor. Daha öncesinde mesela Cüveynî yapmaya çalışıyor ama çok başarısız kalıyor. Dolayısıyla Gazali ve Razi ile tamamlanan bu büyük kavga ve mücadele metafiziği bir bakıma güçsüz, etkisiz hale getiriyor. Konevi ile birlikte metafizik yeniden kuruluyor. Peki ne anlamda kuruluyor? Vahiyle uzlaştırılarak ya da daha doğrusu vahye bağlanarak. Yani İbn Arabi ve Konevi'nin metafizik düşünceye neyi getirdiği sorusuna belki şu cevap verilebilir: Metafiziği vahye ya da nübüvvete bağlayarak yeni bir metafizik yorum ortaya koydular. İşte İbn Arabi ve Konevi düşüncesinin büyüklüğü bu.
Mustafa Akar: Daha önceki kelamcılar ve fıkıhçılar bunu yapamadılar mı?
Ekrem Demirli:
◾ Yaptılar ama onlar metafizik yapmadılar. Yani onların sisteminde gökyüzü, nefsin yolculuğu, miraç, huruç böyle evrensel konular, evrensel kavramlar, Tanrı-alem ilişkileri, ilahi isimler, Esma-i Hüsna gibi konular onların ana gündeminde bulunmuyordu. Konevi ve İbn Arabi, metafiziği nübüvvete bağlayınca bir anda metafiziğin konuları değişti. Biz artık Allah'ın isimlerini yani Esma-i Hüsna'yı konuşmaya başladık. Esma-i Hüsna konusu ve Esma-i Hüsna üzerinden alemin izah edilmesi, yaratılışın izah edilmesi, insanın yeryüzündeki durumunun izah edilmesi, Tanrı-insan ilişkisinin izah edilmesi, metafiziğe getirilen en önemli yaklaşımdır.
Mustafa Akar: İbn Arabi'de Tanrı-İnsan ilişkisi nasıldır?
Ekrem Demirli:
◾ Tasavvuf, insan merkezli Tanrı anlatımını değiştirmiştir. Tanrı merkezli insan anlatımına geçmiştir. Nasıl olacak bu? İbn Arabi şöyle düşünmüştür. Allah gizli bir hazineyken görülmek, tecelli etmek istedi ve bütün alem bunun sonucunda ortaya çıktı. Yani insan ve insan anlatısı merkezden çıktı. Çünkü neden? Tanrıyı artık varlığın merkezine yerleştirmiş olduk. Yani her şey ona göre, her şey onun için, her şey ondan dolayı. İnsanı ise bir halife olarak yeryüzüne yerleştirdiğimize ve o tecelliyi mümkün kılan ya da o muradı gerçekleştirmeyi mümkün kılan varlık olarak insana atıf yapınca insan bu var olanların zirvesine çıkmış oluyor. Buradan iki kavrama birden ulaşıyoruz: Bir tanrı, bir de alem. Halbuki daha önce biz "ben"i biliyorduk. "Ben"in çevresinde dünyayı görüyorduk. O dünyaya bir Tanrı arıyorduk. Ama onu hep insandan yola çıkarak arıyorduk. Halbuki paradigma değişti. Bugün yaşadığımız krizlerin büyük bölümü buradan çıkıyor. Neden? Klasik dünyada küçük bir evren ve dünya vardı. Dünya merkezdeydi. Yani evreni küçük düşünüyorlardı. Böyle bir evren içerisinde işte dünya, ahiret, gökyüzü filan bunları konuşmak mümkün idi.