Dünya korku edebiyatının en iyi 15 kitabı
Okumak sonu olmayan bir tutkudur. Kimi için sevda, bazıları için dram, bir başkası için de korku dolu hikâyeler vazgeçilmez olur. Bazen insanın içinde uyumakta olan bir canavarı, bazense anlatmaya korkulan kâbusları işleyen korku edebiyatının en iyi 15 romanını sizler için derledik.
Önceki Resimler için Tıklayınız
''Ölçüsüz tutkular, dehşet verici eylemlere yol açar.''
Ann Radcliffe, bir yandan maceralı bir aşk hikâyesi anlatırken bizlere, diğer yandan da gerilim unsuru bol, kuvvetli bir gotik ağ örüyor çevremizde.
Sicilya'nın ıssız kıyılarında, benzersiz bir doğa manzarasının ortasındaki muhteşem bir şato, karanlık sırların yatağı olabilir mi? Sicilya'da Bir Aşk Hikâyesi, sakin ve durgun görünen hayatları apansız bir çalkantıyla bulandırıyor. Şatonun dolambaçlı koridorlarında, insanı bir kez kendine çektikten sonra girdabından dışarı bırakmayan, kaynağı belirsiz bir korkuyu, günlük hayata istikrarla sızan bir psikolojik dehşete dönüştürüyor.
Ann Radcliffe'in erken dönem yapıtlarından olan Sicilya'da Bir Aşk Hikâyesi, gotik romanı romantik unsurlarla besleyen yetkin bir örnektir. Radcliffe dehşetin anlatımını kendine özgü lirik bir üsluba bağlarken, korkuya sıcak, çekici bir yön kazandırıyor: Sicilya'da Bir Aşk Hikâyesi, günümüzde gotik adını alan korku ve dehşet edebiyatının klasiklerinden biridir.
"Hiçbir şey sonsuza dek sürmez, belki sevgi hariç."
Küçük bir Amerikan kasabası olan Derry'yi diğer kasabalardan farklı kılan şey, kanalizasyon mazgallarının altındaki dehlizlerde yaşayan, kendini kimi zaman kâbuslarda, kimi zaman da gerçek hayatta gösteren bir yaratığın, insanları kendi karanlık dünyasına çeken esrarengiz bir gücün varlığıdır.
Bu korkunç yaratıkla uzun yıllar önce savaşıp ardından kasabayı terk eden ve kendilerine yeni bir hayat kurmuş olan yedi çocuk, artık birer yetişkin olmuş ve yaşadıkları dehşet dolu günleri unutmuşlardır. Ancak, anılarının derinliklerine gömülen yaratık yıllar sonra yeniden harekete geçince, onunla bir kez daha hesaplaşmak zorunda kalırlar. Geçmişte kalan kâbuslar, şimdiki zamanda korkunç bir gerçeğe dönüşmüştür.
''İnsanın bu gölgeli delilik dağlarının eteklerinde kendi hayal gücüne mukayyet olması lazım.''
''Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.''
Howard Phillips Lovecraft, küçük yaşta babasını kaybeden, gençliğinde de annesini akıl hastanesine uğurlayan yalnız bir adamdı. Büyükbabasının anlattığı korku öyküleri onun dehşetlere gebe hayal dünyasının kapılarını açtı. Hep içine kapanık biri oldu. Tek çaresi yazmaktı. 1920'li ve 30'lu yıllarda yazdığı öykülerle korku edebiyatına damgasını vurdu ve korku diye adlandırdığımız duyguyu yeniden tanımladı. Onun eserlerinin çoğu modern insanın adlandıramadığı dehşetler hakkındadır.
Deliliğin Dağlarında, adlandıramamanın yarattığı dehşeti bir bilim adamının, yani asıl işi tanımlamak ve sınıflandırmak olan birini anlatıyor. Bu yüzden korku edebiyatının meselesi olan metinlerinden biridir. Bilinmeyeni aydınlatma çabasının ve modern insanın umutlarının karşısında, derinden yükselen bir karanlığın ve sözcüklere dökülemeyen bir deliliğin öyküsü sizleri bekliyor.
"Bazen, insanların yaptıkları kötülüklerin ardında yatan güçlü dürtüleri neredeyse imrenerek merak eder ve en nihayetinde onları kınamaktansa onlara el uzatmayı yeğlerdi."
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, insan varoluşundaki tezat yönlerin hissedilmeye başlandığı, ancak toplumun katı ahlaki kalıplarının birini yücelttiği, ötekini iğrenç ve suçlu kıldığı bir dönemde, çift yönlülük üzerine yazılmış modern bir mit haline gelen bir hikâyenin kahramanıdır.
19. yüzyılın sonlarına doğru, edebiyatla uğraşanların neredeyse doktorlardan daha fazla farkına vardığı benliğin çetrefilli yanlarına dair olan bu klasik metin, defalarca aslına sadık olarak ya da çeşitlemeleriyle filme de aktarıldı ve karakterinin çift yönlülüğü farklı biçimlerde yorumlandı.
''Bir insanı kazanmak zaman meselesi, kaybetmek ise an meselesidir.''
Saramago'nun Körlük, Cormac McCarthy'nin Yol gibi romanlarından Yürüyen Ölüler çizgi romanına kadar uzanan bir çağrışım kümesi olan psikolojik gerilim romanı olan Kafes'te, kahramanlar tüm öykü boyunca gözleri bağlı bir şekilde, post-apokaliptik bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyor. Adını saydığımız çağdaş örnekleri anımsatan bir arka plana, özellikle kapana kısılmış olmak ve yüzleşilen tehlikenin tam olarak anlaşılamaması gibi unsurlara sahip olsa da, esas olarak korku edebiyatının temellerinden beslenen roman, bununla kalmayıp kendisinden sonraki eserleri de besleyebilecek bir eser potansiyeli taşıyor.
Görülmemesi gereken korkunç bir şey… Ona atılan bir bakış kişiyi ölümcül bir deliliğe sürüklüyor. Ne olduğunu ve nereden geldiğini ise kimse bilmiyor.
Malorie ve iki çocuğu, olayların başlangıcından beş yıl sonra hayatta kalmayı beceren bir avuç insan arasındaydı. Nehrin kenarındaki terk edilmiş bir evde çocuklarıyla yaşayan Malorie, ailesinin güvende olabileceği bir yere gitmenin hayalini kuruyordu. Fakat onları bekleyen yolculuk tehlikelerle doluydu. Tek bir yanlış hamle ölümlerine yol açabilirdi. Ve onları takip eden bir şey vardı.
Bu bilinmeyene doğru yapılan yolculukta Malorie sık sık geçmişi hatırlıyordu. Bilinmez tehlikenin karşısında bir araya gelerek hayatta kalmaya çalışan, kendisini de aralarına kabul ederek onu da kurtaran ev arkadaşları teker teker aklına geliyordu: Bir zamanlar yabancı olan bir grup insanın birer birer kapısını çaldığı evde kurdukları ortak hayat... Ancak sağ kalan ve kapılarını çalan insanlar arttıkça ortaya yüzleşmeleri gereken bir soru çıkmıştı: Herkesin aniden delirdiği bir dünyada kime güvenilebilirdi?