Medeniyetin ihyası ve gelişmesinde Kur’an ve imanın rolü
Kur'ân-ı Kerîm Müslümanları İslam medeniyetinin gelişmesi için her alanda ve her türlü faaliyet ve gayretlerinde birbirleriyle yarışmaya teşvik etmektedir. Kur'an, bir taraftan mü'minleri hayırlar ve güzellikler konusunda yarışmaya davet ederken, diğer taraftan da her türlü tembellik, boş oturma, başkasına güvenme gibi hususları da kesinlikle kötü gördüğü ve reddettiğini de ilan etmektedir. Aynı şekilde herhangi bir faaliyet, gayret veya yeryüzünün imarı konusunda bir değişiklik yapmadan, arkasında eser bırakmadan dünyadan göçüp gitmenin de kötü bir son olduğu konusunda bütün insanlığı uyarır.
İnsanoğlu faal rolünü bir kenara bırakıp çalışıp üretmekten uzak kalırsa işte o zaman da çalışmaktan kaçan başkasına güvenen ve sadece gökten zembille inecek olan bir yardıma güvenen birisi durumuna düşer. O bu tavrıyla kendi kendisi ve akidesi ile çelişkilere düşeceği gibi kaçınılmaz olarak dünya ve ahirette de büyük bir zarara uğrayacağı hatırlatılır. İşte Kur'ân-ı Kerîm en üst düzeyden bir ikaz ile insanoğluna, şuurlu, sorumlu, zeki ve birçok hususa vakıf bir yaratık olarak kuvvete ve bunların kaynaklarına dayanmadığı takdirde onun hayatında ve dünyasında hiç bir ilerlemenin ve adaletin gerçekleşemeyeceği hatırlatılmaktadır. Cenab-ı Allah'ın kanunları ve sünnetleri çerçevesi içerisinde gayret edip yeryüzünün imarı için bir faaliyet gösterilmediği takdirde isterse insanlar uzun yıllar mescitlere kapanarak, ağlayıp sızlanarak Allah'a yalvarıp, dua ve niyazlarda bulunarak hayatlarını geçirsinler, bu konuda bir başarının asla kendi kendine gerçekleşmeyeceğini bilmelidirler.
Din ve dünyanın daima üzerinde ikame edildiği temel unsur imandır. Onun için daima iman sürekli olarak insanlar arası medenî ilişkiler konusunda esas alınmadığı takdirde bütün insani ilişkiler de zayıf kalacaktır. Çünkü Müslüman ve mü'min bir toplumun iradesi bu iman temeli üzerinde zaman ve mekân öcüsü içerisinde ufkî bir modele oturtulmaktadır. İman bu Müslüman ve mü'min toplumun iradesini yönlendirip onu sağlam mecralara kanalize etmekte, kâinattaki ve tabiattaki hareketler ve kanunlarla sağlam bir irtibata girip onlarla kaynaşmasını sağlamaktadır. Diğer yönden direkt olarak insanın derinliklerine nüfuz eden bu iman sürekli bir sorumluluk duygusunu körüklemekte ve vicdanın daima uyanık olmasını isteyip Cenab-ı Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu, kuvvet ve kudreti aşıp bunu en mükemmel şekliyle kullanabilmesi için gerekli fırsatı elde etmek gayesiyle onu benzeri olmayan mükemmel bir zemine doğru sürüklemektedir. İnsanoğlu gerçekleştirmeyi hedef edindiği ve ulaşmayı amaçladığı hususlar yine mü'min bir göz ile ve iman gücü ile bezendirilmiş prensiplere dayalı olmalıdır. Ancak bununla sonuçlara ulaşabilir. İnsanın yeryüzünde gerçekleştirmek istediği gaye açısından mesele değerlendirildiğinde, "Ben cinleri ve insanları sadece Bana ibadet etsinler diye yarattım," ayetinin verdiği mesaj doğrultusunda Allah'a yaklaşmayı kapsayıcı bir ibadet olarak bu faaliyetlerin değerlendirildiğini görürüz.
Kur'ân-ı Kerîm: "Onlar hayırlarda yarışırlar..." ve "onlar bunun için yarış içerisindedirler," gibi mesajlarla insanoğlunun medeniyet ve her türlü gelişme alanında yarıştığını ifade ederken, her iki tabirde de mümkün olduğundan çok daha büyük bir verim elde etme gayesini güderek insanoğlunun yüklendiği rolü ve Müslümanın bu konudaki gayretlerini dile getirmektedir.
İşte imânî deneyim ve tecrübe bu şekilde gerçekleşmektedir. Medeniyet iki temel esas çerçevesinde gelişir. İnsanın tabiat kuvvetleri ve kâinattaki bütün kanunlarla uyum halinde çalışarak gerçekleştirdiği hususlar iman ve amel temelleri üzerine oturmaktadır.
"Onlar Allah'ın (seçtiği İslam) dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez Allah'a teslim olup boyun eğdiler. Ve nihayette ona döndürüleceklerdir." (Âl-i İmran, 3/83).
"Kim ki İslâm'dan başka bir din (ve sistem) ararsa (o tercih ettiği din ve peşinden koştuğu sistem ) ondan asla kabul olunmaz ve o ahirette en büyük zarara uğrayanlardandır." (Al-i İmran, 3/85).
Allah'ın dininden başka bir din edinilmemesi hususu birinci mesele olarak görülür. İkinci husus ise sorumluluklarını idrak eden mü'min bir kitlenin eliyle ve iman temeli üzerinde gerçekleşecektir. Çünkü onlar yani mü'mindirler, Allah'a ve ahiret gününe gerçek bir iman ile iman etmektedirler:
"Ve onlar yeryüzünde asla herhangi bir üstünlük, tağallüb ve zulüm istemedikleri gibi asla herhangi bir fesat da yaymak istemezler." (el-Kasas, 28/83).
Bütün bunlara rağmen de yine Kur'ân-ı Kerîm doğru ve kapsayıcı anlamıyla orta bir yol takip etmektedir. Zira medeniyetler vahye dayalı olan Medeniyet ile vahyi tanımayan medeniyet olarak gelişmeler gösterir ve o zaman da gayeler ve hedefler farklı olur. İşte bu iki medeniyet arasındaki temel fark ve özellikler burada ortaya çıkar. Kur'ân-ı Kerîm sürekli olarak insana yaşadığı hayatın ister kişisel ister toplumsal olarak ebedi olmayıp geçici olduğunu, mutlaka bir gün sona ereceğini belirli bir vakitle sınırlandırılmış bulunduğunu anlatmaktadır.
Aynı şekilde insanoğlunun dünyada yaptığı bütün faaliyetlerinin ve verilerinin ebedî olmayıp er veya geç mutlaka yok olmaya mahkûm olduğu hatırlatılır. Çünkü dünya hayatının tabii özelliğinin bunun üzerine kaim olup mutlaka değişmeye ve yerini başka bir türe bırakmaya mahkûm olduğu ifade edilir. Zira insan hayatında değişiklikler, değişik türler, inişler-çıkışlar, doğum ve ölümler gibi gerçek olaylar vardır. Kur'ân-ı Kerîm sürekli bunları ifade edip durduğu gibi aynı şekilde asıl gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu da ifade etmektedir. İşte bundan dolayı da insanoğlunun yeryüzünde yapmış olduğu bütün faaliyetlerin, ortaya koyduğu bütün ürünlerin asıl gaye ve hedef olmadığı, pozitivist yaklaşım ve felsefi anlayışında olduğu gibi bunların yegâne amaç edinilmediği, bunların ancak bir ve tek olan Allah'a ibadet edebilme ve dünya hayatını rahat bir şekilde geçirebilmek ve hayatı kolaylaştırmak için araçlar olduğu kabul edilir.
Aynı şekilde insanoğlu, Allah'ın halifesi olarak gerçekleştirmesi gereken asıl görevini de yerine getirebilmesi için, bir medeniyet inşasına ihtiyacı olduğundan dolayı bu faaliyetlere ve dünya imarına girmektedir. İşte İslâmî medeniyet anlayışı insanoğluna büyük bir gaye ve dava yolu çizer. Müslüman bu yolu izlerken dünyada muazzam bir medeniyet kurduğu gibi hayatını da fevkalâde ulvî-ahlâkî prensipler içinde geçirir. Ancak biz bu ulvî ve asla sınır tanımayan uzak görüşlü gayeyi diğer sair medeniyet anlayışlarında göremiyoruz. İnsanlık bütün güç ve kudretini bu yolda harcadığı halde gayesinin böyle ulvî, şerefli ve sınır tanımaz olduğunu söylemek mümkün değildir. İşte insanlığa hayır getiren ve ileride de getirecek olan medeniyet vahye dayalı İslam medeniyetidir. Yirmi birinci yüzyılda Mü'minlerin hedefi bu medeniyeti tekrar canlandırmak ve kaldığı yerden devam ederek insanlığa hizmet eden bir medeniyet olmasını sağlamaktır. Bu medeniyet mensubu insanlarımızın bugün gündeminde bu medeniyetin ihyası vardır. Ve er geç bu medeniyet yeniden ayağa kalkacaktır.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.