Arama

Meşhur Ortaçağ Seyyahları

Tarihin seyri içerisinde seyahatnameler oldukça meşhur olmuştur. İnsanoğlu diğer kıtalara merak duymuş, bu, istek insanları keşfetmeye sürüklemiştir. Seyahatnamelerin en önemli özelliği ise, seyyahların anılarından daha çok gezdiği coğrafyalar hakkında bizlere bilgi vermesidir.

Meşhur Ortaçağ Seyyahları
Yayınlanma Tarihi: 27.7.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 27.07.2018 14:46

Orta çağın en önemli tanığı: İbn-i Battûta

14.yüzyıl gezgini İbn-i Battûta olarak bilinen İbrâhîm Tancî, Ortaçağa ismini yazdıran en ünlü seyyah olmuştur. Dünyaya geldiği Fas şehrinden yolculuğuna başlayan İbn-i Battûta, 65 yıllık ömrüne sayısız gezi sığdırmış, ömrünün tamamını seyahatle geçirmiştir. Kendi şahsiyeti hakkında seyahatnamesi vardır. Yirmi yaşında başlayan bu serüvenin güzergâhı, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Avrupa hariç eski dünyanın neredeyse hemen tamamını gezmiştir. Seylan (Sri Lanka) adasını gezip, Serendib dağına çıkarak Hz. Âdem'e ait olduğu söylenen ayak izini görür. İbn-i Battûta, şehrine döndüğünde gördükleri yeri anlattığında insanlar alay eder ve hatta "işkembe-i Kübra" dan esinlendiği düşünülür. Seyahatlerinde aldığı notları İbn-i Cüzey'e vererek yazmasını istemiş, böylece "Rihletü İbn-i Battûta" adıyla bilinen, Türkçede İbni İbn-i Battûta seyahatnamesi adıyla anılan eser meydana gelmiştir. Eserde, gezdiği şehir ve ülkelerin sosyal yapısını inceler ve inanç, etnoloji, ekonomi, kültürler ve yerel mutfakları hakkında malumat verir. İslâm âlemini içine alan coğrafya hakkında son derece önemli bilgiler verir. Anadolu'daki yolculuklarında ve beylikler hakkında detaylı bilgiler vererek en önemli özelliklerinden biri olan Türk orta çağının, aydınlanmasında yardımcı oldu. Birçok kaynağın aksine bu eserde, Türkler hakkında çok iyi betimlenmiş sıkı kültürel yapısı olan aktif bir devlet yapısına sahip sosyal bir yaşantı sürdürdüğünü söyler. ''Türk, çevresiyle barışık misafirperverdir. Güzel yemekleri olan dini sorumluluklarını yerine getirir. ''diye ekler. İbn-i Battûta tasavvufa çok meraklıydı ve adeta bir derviş gibi davrandı. Böylece halkın sevgisini kolaylıkla kazanıp, diğer gezginlere kapı açmıştır. İzlediği rotayı takip ettiğimizde bizleri eşsiz kervansaray, tekke ve zaviyelere götürerek adeta Ortaçağın kültürünü yaşatır. Seyahatleri, 120 000 km tutan ve üç kıtaya yayılan seyyahın, Sudan'a ait gezileri son derece şaşırtıcıdır. Sudan topraklarında yaşayan zenci Manding devleti tanıtılıp unutulmaktan kurtarmıştır. Bunlara ilaveten, tanıdığı işittiği bazı âlimler, meşhur ziyaretgâhlar, hakkında menkıbeler ve kısa biyografik bilgilere yer verir. Doğa olaylarına eserinde pek yer vermemiş, İslâm coğrafyasında birlik ve beraberliği desteklemiştir. Bu eser, kâtip Muhammed Şerif Paşa tarafından 1907 senesinde Türkçe 'ye çevrilmiştir.


Seyahatnamesinden bazı alıntılar:

Anadolu topraklarını ve insanını şöyle anlatır: "Bilad-i Rum denilen bu ülke dünyanın en güzel memleketidir. Allah, güzellikleri öteki ülkelere ayrı ayrı dağıtılırken, burada hepsini bir araya getirmiştir. Burada dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı yaşar ve en nefis yemekler pişirilir. Allah'ın yarattıkları içinde en şefkatli olanlar bunlardır ki, bundan ötürü "Bolluk, bereket Şam'da şefkat ise Anadolu'dadır. "der.

Türklerde Kadınların Erkeklerden Üstün Tutuluşu

''Pazar esnafının eşlerinden birini atların çektiği muhteşem bir arabada gördüm. Yanında eteklerini tutan üç-dört cariye vardı; başında mücevherlerle donatılmış, ön tarafında tavus tüyünden sorguç bulunan ve "buğtâk" adı verilen bir hotoz vardı… '' Türk kadınları yüzleri açık dolaşırlar. Bir başka kadını da aynı şekilde gördüm. Yanındaki köleleriyle pazara yoğurt süt getirip satıyor. Karşılığında esans satın alıyordu. Öyle olur ki bazen kadınlara erkekleriyle beraber rastlarsınız "Şu adam bu hatunun hizmetkârı olmalı" dersiniz. Zira (Türklerde) kocası koyun postundan bir kürk ile başında buna uygun "külah" denilen şapkadan başka bir şey taşımamaktadır.

Musa'nın Gölgeliği Nedir?

''Hicret sonrasında Hz. Muhammed'in Eshab-ı Kiram'ıyla Medine'de inşa ettiği Mescid-i Nebevî'nin duvarın yüksekliği bir adam boyu kadardı. Daha sonra sıcağa karşı mescide Hz. Muhammed ve sahabe hurma ağacından kütükler dikip dallarıyla çardak yaptılar. Yağmur yağdıkça çardaktan mescide su damladığından sıvanması konuşulunca da Hz. Muhammed: "Musa'nın gölgeliği gibi bir korunak yeterlidir, hatta ona bile da gerek yok; iş daha basit" demiş. "Musa'nın gölgeliği nedir?" diye soranlara da: "Hz. Musa ayağa kalktığı vakit başı mescidinin örtüsüne dokunurdu; işte böyle bir gölgelik yeter."

Mulcâva Hükümdarı

"…Hükümdarın meclisinde bir adam gördüm; dal budama bıçağına benzer bir bıçak vardı elinde.
Keskin âleti boynuna koydu, hiç anlamadığım bir dilde uzun uzun mırıldandı. Sonra bıçağı boynuna çaldı.
Bıçak öyle keskindi ve adam öyle sıkı yapışmıştı ki kelle ansızın yere düştü!
…Adamın bu hareketinden ötürü yakınları yüceltildi, iltifat gördü.
…O adamın babasının hükümdarın babası, dedesinin ise, hükümdarın dedesi uğrunda aynı şekilde can verdiğini aktardılar bana…"

Bir İnek Parası Ne Ediyordu?

1340'lı yıllarda Bangladeş'te bir İneğin parası ile

600 kg pirinç.

192 tavuk.

96 litre zeytinyağı

48 kg şeker.

48 kg tereyağı.

12 koyun.

22.5 m pamuklu kumaştan herhangi birini alınabiliyordu.

Büyük üstat: Nâsır-ı Hüsrev Kubadiyâni​

''İnsan ruhunda asıldır. İnsanı insan olarak muhafaza eden de budur. İster padişah, ister derviş, ister komutan olsun, elindekiyle yetindikten sonra hepsi birdir. Kendi seviyende olanı komşu edin. Her insan sırdaş olamaz, her testi su tutmaz. Kendi sırrını senden daha iyi kim saklayabilir? Cömertlik, saadet anahtarıdır.''

"Huccet" lakaplı olan Nasır Hüsrev Kubadiyâni, İran'ın yetiştirdiği en büyük önemli şahsiyetlerinden biridir. Bu lakap, hakikatte onun İsmailliler arasındaki mezhebi unvan ve derecesini belirten Fâtımî halifesi tarafından verilmiştir. Bundan ötürü kendi eserlerinde, Belh'ten kendi yurdu, şehri ve evi diye bahseder. Evinden kimi beyitlerinde hasretle anar. Nâsır-ı Hüsrev, kendinindi söylediği gibi üst sınıfa mensup bir ailedendi. Çocukluktan beri ilime merak saran Nâsır-ı Hüsrev, sarayda yüksek kademelerde görev yapmıştır. Kâbe'ye yaptığı yolculuk yılına kadar, kâtiplik gibi önemli makamlara ulaşmış ve saltanat işlerinde yetkili olarak şöhret elde eder. Ömrünü makam, eğlence, refah içinde geçiren Nasır Hüsrev, bir süre sonra gerçeklerin hakikatini aramaya düşer. Ve böylece Nasırın hayatını ikiye ayrılır. Seyahatten önceki alelade hayatı ve seyahatten sonraki ruhani ve vecdli hayatı. Dönemin ünlü âlimleriyle sohbetlere başlar. Ancak aradığı soruların cevaplarını bulamaz ve sürekli ıstıraplı, düşünceli bir zihne sahip olur. Bu duygular ile Türkistan, Sind ve Hint seyahatlerine başlar. Şairin bu buhranı, görmüş olduğu bir rüya ile sona erir. Bu rüyada, birisi ona Kâbe'ye işaret eder ve hakikati orada bulacağını gösterir. İşte bu rüya vesilesiyle, 444/1052 yılına kadar devam eden yedi yıllık yolcuğun kapısı açılır. Nâsır-ı Hüsrev'in ünlü eserleri, Sefer-nâme, Hân-ı İhvân, Câmiu'l-Hikmeteyn, Zâdu'l-Musâfirîn ve Vech-i Din adlı eserlerinden oluşur. Sefernâme, üstadın yedi yıllık yolculuğunu anlatan sade bir nesirle, coğrafi ve tarihi bilgileri, halkın kültür ve geleneklerini kapsamlı bir şekilde anlatır. Nâsır-ı Hüsrev'in, çok uzun süren bu seyahatlerinde birçok şehri görüp dolaşır. Diğer kitapları ise tamamen kelam ve İsmailliye mezhebinin çeşitli konularını içerir. Üstadın önemli eserlerinden birkaçı: Sefernâme, Divan , Muin'ed-Dîn Nâsır-ı , "Zâd-ûl Misafirîn","Veçh-î Dîn".

Nasırın defnine ait ilginç bir hikâye:

Nasır kardeşine, beni gömüp mağaradan çıkarken şu şişeyi vurup kır der. Fakat geriye dönüp bakma diye ekler. Kardeşi bu vasiyetini yerine getirmiş, ama acısından bir daha kardeşinin mezarına gitmek istememiş, dönüp bakınca bir de ne görsün! Şişedeki su akarak mağaranın kapısını tamamen kapatmış. Bu suretle mağara, dağın tepesinden yirmi beş arşın aşağıya geçmiş, kayanın ortasından iki kişinin geçebileceği bir oyuk oluşur. İşte nasırın mezarı burasıymış.

Nâsır'a Göre Türk Unvanları

Nâsır, eserinde "beg", "tegin", "yınal", "ilik", "yabgu" gibi unvanlar yanında "hatun"dan da sıkça ve düşmanca bahseder. "Hatun"un etki ve yetkisinin büyük olduğu anlaşılmaktadır. Sultan'ın payitahtı Rey'deydi, Hatun ise iktâı olan Nişabur yani Horasan'daydı.

Kudüs Sevdasıyla Yola Düşen Seyyah: İbn-i Cübeyr

1145'de Endülüs İspanya'da doğar ve İspanya'dan hareket ederek, doğuya üç büyük seyahat yapar. İlk seyahatine hacca gitmek niyetiyle yola çıkar ve " Rıhle " adlı ünlü seyahatnamesini kaleme alır. Eser 19. yüzyıl ortasında Avrupa'da tanınmış; Fransızca, İtalyanca ve İngilizceye tercüme edilmiştir. Türkçe çevirisi ise "Endülüs'ten Kutsal Topraklara" adıyla yayımlanmıştır. Eser Haçlı Seferleriyle ilgili eşsiz bilgiler verir ve yazarın Haçlı Seferlerine dair verdiği bilgiler, klasik tarihçilerin görüşlerinden ayrılır. Rıhle adlı meşhur seyahat kitabı, alnında önemli eserlerden olup, İbn-i İbn Battûta dâhil birçok seyahatnameye kaynaklık etmiştir. İbn-i Cübeyr seyahatini günlük olarak kaleme alır. Üstadın kullandığı dil sistematik olup, betimlemeleri çok güzel kaleme alır. Geçtiği şehir, ülkeleri ve insanları tasvir edip pek çok bilgi vermiştir. Bu anlamda eser, Ortaçağda Akdeniz'deki gemilerin, tasvir ettiği şehirlerin sosyal ve kültürel yapısı hakkında eşsiz bilgiler verir.

Saltanat ve hükümranlık gibi zulmün de ebedi olmadığını hatırlatan satırlarıyla yine o, okuyucunun kalbine adeta su serpmektedir:"Halep kalesi... Uzun yıllar ayakta kalmış; nice havas ve avamı eskitmiştir. Onlardan kalan evler, binalar hâlâ ayakta. Ya peki bunları diken ve içinde oturanlar nerede? Saltanatlarının merkezi hâlâ ayakta, ama Hamdanoğulları'nın emirleri ile şairleri şimdi nerede? Evet, hepsi yok oldu gitti ama Halep hâlâ ayakta. Kentler ne kadar da ilginç! Sahipleri yok olsa da kendileri yaşayabiliyor. Sahipleri ortadan kalkınca çabucak kendilerini arzulayanların ellerine düşüyor, en kolay yollardan fethedilebiliyorlar. Ah Halep, ah! Kim bilir kaç sultanı eskitti ve buradan kimler geldi geçti?"

İbn-i Cübeyr seyahatnamesinde bazı ilginç gözlemler ve bilgiler de mevcuttur. Seyyahın hacca gidiş ve geliş deniz yolculuğunda Sicilya adasında yanardağ dikkatini çekmiş ve seyahatnamesinde buna değinmiştir:

"… O an yanardağ gördük. Göğe doğru yükselen, tepesi karla kaplı büyük bir yanardağ idi. Söylendiğine göre hava berrak olursa yüz mil uzaktan görülebilirmiş…"

''Müslüman bir kadın, çocuğunu emzirdiği sürece, Allah yolunda cihat edenler gibidir.''

Seyyah Mısır piramitlerini hayretler içinde incelemiş ve eserinde yer vermiştir:

…"Yeni köprünün yakınında, görkemli yapıları, ilginç görüntüleri ile dört köşeli, kubbeler gibi göğe doğru yükselen eski piramitler yer alıyor. Özellikle ikisi, göğü yarıyormuşçasına yüksektir. Her birinin köşeden köşeye genişliği üç yüz altmışaltı adımdır. Yontulmuş büyük kayalardan yapmışlar. Şaşırtıcı biçimde üst üste konulmuş ve aralarına hiçbir şey konulmadan birbirlerine kenetlenmiş. Piramitler tepeye doğru sivrilerek yükseliyor. Tehlikeli ve zor olmakla beraber belki de tırmanmak mümkün. Yeryüzündeki insanlar bir araya gelip bu yapıyı bozmak isteseler de aciz kalırlar. İnsanlar bunların niçin yapıldığı konusunda farklı görüşlere sahip. Kimilerine göre, Ad ve oğullarının kabirleridir. Kimilerine göre ise, bunların yapılış sebebini başkadır. Kısacası, ne olduğunu ancak Allah bilir.''

"Sanki geri dönmekten mutlu bir yolcu gibiydi"

Zorlu bir deniz yolculuğunun ardından vatanı Endülüs'e, dönen İbn Cübeyr seyahatnamesini şu dizelerle bitirmiştir:

"Asasını bıraktı; hedefine varmış gibi yerleşti,

Sanki geri dönmekten mutlu bir yolcu gibiydi!"

İslam hakimiyetinden çıktıktan sonra zulmün yerleştiği şehir olan Kudüs fethi ile "Allah burayı Müslümanlara'' iade etsin, tekrar fethini nasip etsin!" diye dualar etmiştir.

Ayrıca Konstantin'i fethini büyük bir ümit ile beklemiştir. Bu yüzdendir ki gelen haberlerin doğru olmasını bütün kalbiyle arzu etmektedir: "Konstantin hakkındaki haber inşallah doğrudur. Eğer doğruysa bu, dünyanın beklenen en büyük olaylarındandır. Hükümlerinde ve takdirinde sonsuz güç Allah'ındır."

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN