Emirü’l Mü’minin: Hz. Ömer
İslâm’ın ikinci halifesi “emirü’l mü’minin” Hz. Ömer, tüm dünya için “adaletin kapısı” olarak biliniyordu. Uzun boyu, sert mizacı ve güçlü fizik yapısının yanında iyi bir konuşmacıydı. Öyle ki, Resûl-i Ekrem Ömer hakkında “Allah, gerçeği Ömer’in lisanı ve kalbi üzere yarattı”; “Allah’ın emirleri konusunda ümmetimin en kuvvetlisi Ömer’dir” demişti. Gerçekleştirdiği fetihlerle birçok toprak ve kabileyi İslâm’a kazandırmış; idarî, iktisadî, hukuk ve eğitim gibi birçok alanda İslâm’ın emirlerini uygulayarak tüm insanlara kıymetli bir miras bırakmıştı.
İslâm'ın ikinci halifesi Ömer bin el-Hattâb, Fil Vak'ası'ndan on üç yıl sonra, diğer bir rivayete göre ise Büyük (Dördüncü) Ficâr savaşından dört yıl önce Mekke'de doğdu. Baba tarafından soyu Câhiliye döneminde Kureyş kabilesinin sefâret işlerine bakan Adî b. Kâ'b kabilesine dayanır ve Kâ'b b. Lüey'de Hz. Peygamber'in nesebiyle birleşir. Annesi Mahzûm kabilesinden Hanteme bint Hâşim'dir.
Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Babasının develerini güttüğü, içkiye ve kadına çok düşkün olduğu, iyi ata bindiği, iyi silâh kullandığı ve pehlivan yapılı olduğu belirtilir. Şiire meraklı olduğu, güzel konuştuğu, okuma yazma bildiği, ensâb bilgisini öğrendiği, ticaret yaptığı, bu maksatla Suriye, Irak ve Mısır'a gittiği, Kureyş kabilesi adına elçilik görevinde bulunduğu rivayet edilir.
ÖMER NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Kureyş'in bazı ileri gelenleri gibi putperestliğe bağlı kalarak önceleri Hz. Peygamber'e ve İslâmiyet'e karşı düşmanlık gösteren, bilhassa kabilesinden Müslüman olanlara işkence yapan Ömer, bi'setin 6'ıncı yılında (616) Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşuna dair kaynaklarda iki rivayet bulunuyor. Hemen hemen bütün kaynaklarda yer alan meşhur rivayete göre, Hamza'nın İslâm'ı kabulünden sonra Ömer, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere yola çıkmış, yolda karşılaştığı Nuaym b. Abdullah'tan kız kardeşi Fâtıma ile kocası Saîd b. Zeyd'in Müslüman olduğunu öğrenince, onların evine gitmiştir.
Onları Tâhâ sûresini okurken bulmuş, okuduklarını kendisine vermelerini istemiş, ancak bu isteği reddedilince kız kardeşini ve eniştesini dövmüş, kardeşi kendilerine Kur'an öğreten ve Ömer'den saklanan Habbâb b. Eret'i de çağırarak Müslüman olduklarını Ömer'in yüzüne karşı söylemiştir. Bunun üzerine yumuşayan Ömer Müslüman olmaya karar vermiş, Habbâb'dan Resûlullah'ın Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın evinde olduğunu öğrenip oraya gitmiş ve kendisine biat ederek Müslüman olmuştur.
Diğer rivayete göre, bir gece şarap içmek için içki arkadaşlarını aramış, kimseyi bulamayınca Kâbe'ye gitmiş. Orada Kâbe'yi önüne alan Hz. Peygamber'in Beytülmakdis'e doğru namaz kıldığını görünce Kâbe'nin örtüsü altına saklanarak ona yaklaşmış, Resûl-i Ekrem'in okuduğu, Kureyşlilerin Kur'an için söyledikleri, "Şairlerin, kâhinlerin veya Muhammed'in uydurmasıdır" şeklindeki sözlere cevaplar veren Hâkka sûresinin 41-46. âyetlerini duyunca Müslüman olmaya karar vererek Hz. Peygamber'i takip etmişti. Hz. Peygamber'in, evine girmeden önce onu fark edip "Ne var yâ Ömer?" diye sorması üzerine, "Allah'a, resulüne ve onun Allah katından getirdiği şeylere iman etmeye geldim" deyince Resûlullah, "Ey Ömer! Allah sana hidayet nasip etti" diyerek göğsünü sıvazlamış ve imanda sebat etmesi için ona dua etmiştir.
KÂBE'DE İLK TOPLU NAMAZ
Bu rivayetlerden ikincisi tercihe değer görülmektedir. Hz. Ömer'in Müslüman oluşunun Resûl-i Ekrem'in, "Yâ rabbi! İslâmiyet'i Ömer b. Hattâb veya Amr b. Hişâm (Ebû Cehil) ile teyit et" duasının bir tezahürü olduğu belirtilmektedir. Hz. Ömer Müslüman olduğu gece Ebû Cehil'in evine giderek İslâm'ı kabul ettiğini bildirdi; ayrıca ertesi gün Cemîl b. Ma'mer el-Cumahî'ye Müslüman olduğunu bütün Kureyşlilere ilân ettirdi. Onun İslâmiyet'e girmesinden sonra Müslümanlar ilk defa Kâbe'de toplu olarak namaz kıldılar.
Hz. Ömer'in Müslüman olmasından Medine'ye hicretine kadar geçen altı yıllık süre hakkında kaynaklarda bilgi bulunmuyor. Müslümanlar Medine'ye hicret etmeye başlayınca, Ömer de yanında ağabeyi Zeyd, karısı ve oğlu Abdullah başta olmak üzere akraba ve arkadaşlarından oluşan yirmi kişilik bir kafileyle Mekke'den ayrılıp Kubâ'ya gitti ve Rifâa b. Abdülmünzir'in evine misafir oldu.
Resûlullah bir evde toplanan ensarın erkeklerinden biat alırken kadınların başka bir evde toplanmasını ve onlardan kendisi adına Hz. Ömer'in biat almasını emretti. Resûl-i Ekrem, Ömer'i Mekke'de Ebû Bekir'le, Medine'de Benî Sâlim kabilesinden İtbân b. Mâlik ile (bazı rivayetlerde Uveym b. Sâide, Muâz b. Afrâ veya Evs b. Havlî) kardeş ilân etti. Hz. Peygamber'in Medine'ye gitmesinden sonra diğer birçok muhacir gibi Kubâ'da oturmaya devam eden Ömer, gün aşırı Medine'ye giderek Resûlullah ile görüşür, gitmediği günlerde İtbân gider ve akşamları yeni nâzil olan âyetlerle Hz. Peygamber'den öğrendiklerini birbirlerine anlatırlardı.
RESÛL-İ EKREM'İN YANINDAN HİÇ AYRILMADI
Katıldığı seriyyeler dışında Resûl-i Ekrem'in yanından hiç ayrılmayan Hz. Ömer kumandanlığını Resûlullah'ın yaptığı bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması, Umretü'l-kazâ ile Vedâ haccında bulundu. Hz. Peygamber, Hudeybiye'de Kureyşliler'le görüşmek üzere Ömer'i Mekke'ye göndermek istedi. Ancak o Kureyşliler'in kendisine karşı büyük bir düşmanlık beslediğini ve orada kabilesinden kendisini koruyacak kimsenin bulunmadığını söyleyerek Hz. Osman'ın gönderilmesini teklif etti.
Hudeybiye Antlaşması'nda yer alan, Resûl-i Ekrem'in ve Müslümanların o yıl umre yapamayacakları, Müslüman olup Hz. Peygamber'e sığınanların Kureyşliler'e iade edileceği gibi şartları içine sindiremedi. Bu antlaşmanın Feth sûresinde "feth-i mübîn" olarak nitelendirilmesini de anlamakta güçlük çekti ve Medine'ye dönme kararını bir türlü kabul edemedi. Kendisini Hz. Ebû Bekir ikna etti; daha sonra antlaşmanın sonuçlarını görünce bu tavrından dolayı pişmanlık duydu. Resûlullah, Hayber'in fethinden sonra 7'inci yılın Şâban ayında (Aralık 628) Hevâzinliler'e karşı gönderdiği otuz kişilik müfrezenin başına Hz. Ömer'i kumandan tayin etti. Mekke'nin fethinde İslâm ordusu henüz şehre girmeden Hz. Peygamber'in çadırına gelen Kureyş reisi Ebû Süfyân'ın putları övdüğünü duyunca karşı çıktı ve onun Müslüman olmasında rol oynadı. Fetihten sonra erkeklerden biat alan Resûl-i Ekrem kendisi adına Kureyşli kadınlardan biat almasını ona emretti. Ayrıca Kâbe'deki resimleri imha vazifesini de yerine getirdi. 9 (630) yılında Tebük Gazvesi öncesinde ordunun teçhizi için malının yarısını bağışladı.
RESÛLLULLAH'IN ÖLÜMÜ ONU DERİNDEN SARSTI
Hz. Peygamber rahatsızlığı sırasında oluşturduğu orduya Üsâme b. Zeyd'i kumandan tayin etti ve Ömer'i onun emrinde görevlendirdi. 11'inci yılın Safer ayının son haftasında (Mayıs 632) namaza çıkamayacak kadar rahatsızlığı artınca namazı Hz. Ebû Bekir'in kıldırmasını emretti. Bir rivayete göre Hz. Âişe, babasının zayıf sesli ve çok hassas olup Kur'an okurken ağladığını söyleyerek namazı Hz. Ömer'in kıldırmasını istemiş, hatta bunu Ömer'e söylemiş, o da namaz kıldırmaya başlamış, ancak Resûl-i Ekrem buna engel olmuştu.
Hz. Peygamber, hastalığının şiddetlendiği bir sırada kâğıt ve kalem getirilip söyleyeceklerinin kaydedilmesini istemişti. Hz. Ömer'in de aralarında bulunduğu bazı sahâbîler buna gerek olmadığını, Resûlullah'ın rahatsızlığının şiddetlenmesi yüzünden böyle bir talepte bulunduğunu, Allah'ın kitabı ve Hz. Peygamber'in sünnetinin yeterli olduğunu söylemiş, bazıları ise aksi kanaat belirtmiş, bunun üzerine Resûl-i Ekrem, yanında tartışmamalarını söyleyerek kendisini yalnız bırakmalarını bildirmiştir. Tarihe "Vasiyetnâme" veya "Kırtâs Vak'ası" diye geçen bu olay bilhassa Şiîler tarafından Hz. Ömer aleyhine kullanılmıştır.
İLK HALİFENİN DESTEKÇİSİYDİ
Resûl-i Ekrem'in vefatı sahâbîler arasında büyük bir üzüntü ve şaşkınlık meydana getirmiş, Hz. Ömer Mescid-i Nebevî'de, "Resûlullah ölmemiştir! Allah onu muhakkak ki tekrar gönderecek ve böyle söyleyen kimselerin ellerini ve ayaklarını kestirecektir!" sözleriyle duygularını ifade etmiş, onu ve diğer sahâbîleri Hz. Ebû Bekir ikna etmiştir. Hz. Peygamber'in vefatı üzerine ensarın Sakīfetü Benî Sâide'de toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenen Ömer, yanına Ebû Bekir ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ı da alıp oraya gitti. Hz. Ebû Bekir onlara Ömer'i veya Ebû Ubeyde'yi halife seçmelerini teklif etti. Ancak Ömer ve Ebû Ubeyde, o varken bu görevi üstlenemeyeceklerini belirterek Ebû Bekir'e biat ettiler. Hz. Ömer ertesi gün Mescid-i Nebevî'de bir konuşma yaparak Müslümanlardan Kur'ân-ı Kerîm'e sarılmalarını ve Ebû Bekir'e biat etmelerini istedi.
Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde Ömer ona müşavirlik ve kadılık yaptı. Halife olunca Üsâme b. Zeyd kumandasındaki orduya hareket emri veren Ebû Bekir, Ömer'in Medine'de kalmasını istedi ve bunun için Üsâme'den izin aldı. Peygamberlik iddiasında bulunanlarla savaşma konusunda bir ihtilâf olmamasına rağmen zekât vermek istemeyen kabileler hakkında ashap arasında farklı görüşler ortaya çıktı. "Lâ ilâhe illallah" diyenlerle savaşmanın doğru olup olmayacağı hususunda Hz. Ömer'in başlattığı tartışma Hz. Ebû Bekir'in namaz kılmayı kabul edip zekât vermek istemeyenlerle savaşmanın şart olduğu konusunda farklı düşünenleri ikna etmesiyle son buldu.
Hz. Ömer Medine'ye saldırmak isteyen âsilerin dağıtılmasını sağlayanlar arasında yer aldı. Peygamberlik iddia eden Tuleyha b. Huveylid üzerine bizzat yürümeye hazırlanan halifeyi Hz. Ali ile birlikte bu kararından vazgeçirdi ve ordunun başına Hâlid b. Velîd'in getirilmesini sağladı. Ticaret yapmayı sürdürmek isteyen Hz. Ebû Bekir'e müdahale edip beytülmâle bakan Ebû Ubeyde'den ona maaş bağlattı. Ebû Bekir'in müellefe-i kulûbdan iki kişiye tahsisat ayırmasına karşı çıkarak artık onlara ihtiyaç kalmadığını söyledi. Müseylimetülkezzâb ile yapılan Akrabâ savaşında (11/ 632) hâfız sahâbîlerden bir kısmının şehid düşmesi üzerine Kur'an'ın toplanması konusunu Hz. Ebû Bekir'e açtı.
EBÛ BEKİR'İN ARDINDAN İKİNCİ HALİFE OLDU
Resûl-i Ekrem'in yapmadığı bir işi yapma hususunda tereddüt gösteren halifeyi ikna edip vahiy kâtiplerinin yazdığı dağınık haldeki âyet ve sûrelerin Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir heyet tarafından bir araya getirilmesini sağladı. Hz. Ebû Bekir Medine'den ayrıldığında veya hastalığında kendisine vekâlet etti; 11 (633) yılı hac mevsiminde emîr-i hac olarak görevlendirildi. Hz. Ebû Bekir namaza çıkamayacak derecede hastalanınca imamlık görevini Ömer'e bıraktı ve onu yerine halef tayin etmek üzere Abdurrahman b. Avf, Saîd b. Zeyd, Osman b. Affân, Üseyd b. Hudayr gibi sahâbîlerle istişareye başladı.
Bunlardan bazıları Hz. Ömer'in sert mizacını ileri sürerek çekincelerini dile getirdiler. Halife görüşmelerini tamamladıktan sonra Hz. Osman'ı çağırarak bu hususta bir ahidnâme yazdırıp mühürledi; yanına Ömer ile Osman'ı alıp Mescid-i Nebevî'ye gitti ve halka şöyle dedi: "Sizin için halife seçtiğim kişiye razı olur musunuz? Bir yakınımı tayin etmedim. Allah'a andolsun ki bütün gücümle düşünüp taşındım ve Ömer b. Hattâb'ı uygun buldum; onu dinleyin ve ona uyun" orada bulunanların hepsi olumlu cevap verdi.
Hz. Ebû Bekir'in vefat ettiği gün (22 Cemâziyelâhir 13 / 23 Ağustos 634) Hz. Ömer Mescid-i Nebevî'de biat aldı. İlk iş olarak, kaybettikleri bölgeleri geri almak için harekete geçen Sâsânîler'e karşı halkı Irak cephesindeki mücahidlere yardıma çağırdı ve Ebû Ubeyd es-Sekafî'yi 1000 kişilik bir birliğin başında Irak'a gönderdi. Ebû Ubeyd'in Köprü Savaşı'nda şehid olması üzerine Sa'd b. Ebû Vakkās'ı kumandan tayin etti. Kādisiye Savaşı'nı kazanan Sa'd (15/ 636) Sâsânî ordusunu takip ederek Medâin'i ele geçirdi (Safer 16 / Mart 637). Sâsânî kuvvetleri Celûlâ Savaşı'nda da yenilgiye uğratıldı (16/ 637).
Fetihlerin bu aşamasında Hz. Ömer, Sa'd b. Ebû Vakkās'a Hîre yakınlarında Kûfe'yi, Utbe b. Gazvân'a da Basra'yı ordugâh şehir olarak kurmalarını emretti. Utbe b. Gazvân, İran'ın Ahvaz bölgesini fethetti (17/638); ancak bölge bir yıl sonra tekrar Sâsânî ordusunun eline geçti. Nu'mân b. Mukarrin'e yardım için gelen ordu çetin bir mücadeleden sonra Tüster'i fethetti (20/641). Celûlâ ve Hulvân'ın ardından Sûs, Hûzistan ve Musul'u ele geçiren Müslümanlar Nihâvend zaferiyle Irak'ın fethini tamamladı (21/642).
İSLÂM ÜLKESİNİN SINIRLARINI FETİHLERLE GENİŞLETTİ
Hz. Ömer, Bizans İmparatorluğu'na karşı Suriye cephesindeki savaşlara da ara verilmeden devam edilmesini emretti. Hz. Ebû Bekir döneminde kazanılan Ecnâdeyn zaferinden (13/634) sonra Hz. Ömer devrinde yapılan Fihl Savaşı'nda Müslümanlar Bizans kuvvetlerine büyük zayiat verdirdiler (28 Zilkade 13 / 23 Ocak 635). Mercüssuffer'de yenilip Dımaşk'a sığınan Bizans askerlerini takip ederek şehri kuşatıp fethettiler (Receb 14 / Eylül 635). Aynı yıl Mercürrûm Savaşı'nı da kazandılar. Bu sırada Ba'lebek, Humus ve Hama şehirleri de ele geçirildi. Müslümanların bu başarıları üzerine Bizans İmparatoru Herakleios hıristiyan Araplar'ın ve Ermeniler'in katıldığı büyük bir ordu hazırladı. Ancak Bizans ordusu Yermük Muharebesi'nde ağır bir yenilgiye uğradı (12 Receb 15 / 20 Ağustos 636) ve bölgedeki bütün şehirler Müslümanların eline geçti. 16 (637) yılında Şeyzer, Kınnesrîn, Halep, ardından Antakya, Urfa, Rakka ve Nusaybin kısa aralıklarla Müslümanlara teslim oldu.
Öte yandan Filistin'in fethine devam edildi ve Kudüs kuşatıldı. Patrik Sophronios şehrin anahtarlarını o sırada inceleme ve görüşmelerde bulunmak için Suriye'ye gelen ve Câbiye'de bulunan Hz. Ömer'e teslim etmek istediğini belirtti. Halife bizzat Kudüs'e giderek halka eman verip kendileriyle bir antlaşma yaptı (17/638). Daha sonra Filistin'in sahil şehirleri başta olmak üzere diğer yerleşim yerleri fethedildi. Hz. Ömer sahillere yakınlığı dolayısıyla tehlike oluşturan Kıbrıs'ın fethine deniz seferinin zorluğunu düşünerek izin vermedi. Ancak Suriye ve Filistin'de mağlûp olan bir kısım Bizanslı kumandan ve askerlerin Mısır'a kaçtığını ve Mısır'ın fethinin gerekli olduğunu söyleyen Amr b. Âs'ın görüşünü benimseyerek Mısır'ın fethini emretti. Mısır'ın fethi üç yılda tamamlandı (19-21/640-642).
Bu arada Hz. Ömer diğer deniz seferlerine ve bunun için bir donanma kurulmasına müsaade etmedi. Onun bu kararında gemilerin batmasıyla sonuçlanan iki teşebbüsün etkisi bulunmaktadır. Sonuçta İslâm orduları onun zamanında Sâsânî İmparatorluğu'na tâbi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu'na tâbi Suriye, el-Cezîre, Filistin ve Mısır'ı İslâm ülkesine kattılar.
SAVAŞ GANİMETLERİYLE İSLÂM ÜLKESİNE YENİ TOPRAKLAR KATTI
Gerçekleştirilen fetihler sonucu ele geçirilen ganimetlerde büyük bir artış oldu. Hz. Ömer, Müslümanlarla gayrimüslimlere ait yeni ortaya çıkan çeşitli problemleri ve ihtiyaçları görerek bunların halledilmesi yolunda düzenlemelere teşebbüs etti. Bu düzenlemelere, kazanılan ganimetlerle İslâm'ın eline geçen bu çok büyük coğrafyada yaşayan başka dinden insanlar ve onların sahip oldukları toprakları ele alarak başladı.
Ganimet ve toprak meseleleri yanında Müslümanların Suriye'de yerleşimi hususunu görüşmek üzere Safer 16 (Mart 637) tarihinde bazı sahâbîlerle birlikte Câbiye şehrine gitti. Suriye'deki bütün valilerin katıldığı toplantıda gelirlerin taksiminde göz önünde bulundurulacak esasları ortaya koydu ve Müslümanların gayrimüslimlerle münasebetlerinde dikkat edecekleri hususlara işaret etti. Bu sırada Kudüs'ü teslim alan Hz. Ömer bütün kumandan-valilerle istişarelerde bulundu. Bizans'tan gelecek saldırıların önlenmesi için Câbiye'deki ordugâhın dağıtılarak iki ayrı cephede savunma hatlarının kurulmasını kararlaştırdı ve mevcut şehirlere yerleşilmesini istedi. 17 (638) veya 18 (639) yılında Amvâs'ta çıkan veba salgını buradan Suriye'nin çeşitli yerlerine yayıldı. Bu salgında başta Ebû Ubeyde b. Cerrâh olmak üzere birçok sahâbî ile 25.000'e yakın kişi öldü.
20 (641) yılında Hayber ve çevresindeki yahudileri Arap yarımadası dışına çıkaran Hz. Ömer daha sonra Hayber'e giderek bu bölgedeki toprakların durumunu inceledi.
Barış veya savaş yoluyla alınmalarına ve Hz. Peygamber'in yaptığı taksimata göre bu toprakların sahiplerine verilmesini istedi. Topraklardan beytülmâl hissesi olarak Resûl-i Ekrem'in hanımlarına düşen paylar hususunda kendilerini serbest bıraktı; bir kısmı toprağı, bir kısmı gelirini almaya karar verdi. Fedek toprakları yarısı Hz. Peygamber'e ait olmak üzere barış yoluyla ele geçirilmişti. Hz. Ömer bu toprakların fiyatını tespit ettirdi. Yarısının karşılığını Fedekliler'e ödedikten sonra onları da diğerleriyle birlikte Suriye tarafına sürdü. Aynı tarihte Necranlı hıristiyanları da Kûfe taraflarındaki Necrâniye'ye gönderdi. Mallarını satın alarak mağdur olmalarını önledi. Ayrıca gittikleri yerde kendilerine geniş topraklar verilmesini, bu topraklardan bir süre vergi alınmamasını, daha sonra Hz. Peygamber ile yaptıkları anlaşmaya uygun biçimde cizye vermeye devam edilmesini valilerinden istedi.
SABAH NAMAZINDA HANÇERLENDİ
Hz. Ömer, 23 (644) yılı haccını eda edip Medine'ye döndüğü günlerde, Mugīre b. Şu'be'nin Basra valisi iken edindiği kölesi Ebû Lü'lüe Fîrûz en-Nihâvendî efendisinin kendisinden fazla ücret aldığını söyleyerek bunun azaltılmasını istedi. Halife onun demircilik, marangozluk ve nakkaşlık yaptığını öğrenince Mugīre'nin kendisinden aldığı ücretin fazla olmadığını bildirdi. Bunun üzerine Ebû Lü'lüe ertesi gün sabah namazında hançerle Hz. Ömer'i yaraladı ve Müslümanların elinden kurtulamayacağını anlayınca kendini öldürdü.
Halife ölüm döşeğinde iken kendisine yerine birini bırakması teklif edilince aşere-i mübeşşereden altı kişilik şûranın toplanarak üç gün içerisinde aralarından birini halife seçmelerini istedi; oğlu Abdullah'ı da halife seçilmemek şartıyla bu heyete dâhil etti. Namazı kıldırmak üzere Suheyb b. Sinân'ı, şûra üyelerini toplamak üzere Mikdâd b. Esved'i, seçim gerçekleşinceye kadar heyetin rahatsız edilmemesini sağlamakla da Ebû Talha el-Ensârî'yi görevlendirdi. Oğlu Abdullah'ı Hz. Âişe'ye yollayarak Resûl-i Ekrem'in hücresine onun ayağının dibine defnedilmek için izin istedi. Hz. Âişe kendisi için düşündüğü bu yeri ona vermeyi kabul etti. Hz. Ömer üç gün sonra vefat etti. Cenaze namazını Suheyb b. Sinân kıldırdı.
"ALLAH, GERÇEĞİ ÖMER'İN LİSANI VE KALBİ ÜZERE YARATTI"
Hz. Ömer kaynaklarda uzun boylu, gür sesli ve heybetli bir kişi olarak tasvir edilir. Birçok kadınla evlenen Hz. Ömer ilk evliliğini Zeyneb bint Maz'ûn el-Cumahiyye ile yaptı. Abdullah ve Hafsa bu evlilikten doğan çocuklarıdır. Câhiliye döneminde evlendiği Müleyke bint Amr ve Kureybe bint Ebû Ümeyye'yi İslâmiyet'i kabul etmedikleri için müşrik kadınlarla evlenmeyi yasaklayan âyet (el-Mümtehine 60/10) doğrultusunda boşadı. Başka evlilikler de yapan Hz. Ömer son evliliğini 17 (638) yılında Hz. Ali ve Fâtıma'nın kızları Ümmü Külsûm ile yaptı. Hz. Ömer'in bu evliliğiyle Resûl-i Ekrem'le akrabalık kurma amacı taşıdığı bilinmektedir.
Aşere-i mübeşşereden olan Hz. Ömer aynı zamanda vahiy kâtiplerinden ve Resûlullah'ın en yakın sahâbîlerdendir. Kızı Hafsa ile Hz. Peygamber'in evlenmesi (3/ 625) onların bu dostluğunu daha da pekiştirmişti.
Resûl-i Ekrem kendisiyle birçok konuda istişare ederdi. Onun bazı görüşlerinin nâzil olan âyetlerle teyit edildiği görülmektedir. "Muvâfakāt-ı Ömer" denilen bu âyetler arasında şarabın kesin biçimde haram kılınması (el-Bakara 2/219), Hz. Peygamber'in evine gelen kimselerle hanımlarının perde arkasından konuşmasının daha uygun olacağı (el-Ahzâb 33/53), Kâbe'deki Makām-ı İbrâhim'in namazgâh ittihaz edilmesi (el-Bakara 2/125) ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl'ün cenaze namazının kılınmaması gerektiği (et-Tevbe 9/84) gibi hususlar örnek olarak zikredilebilir.
Hz. Ebû Bekir ile birlikte "şeyhayn" diye anılmış ve bazı fakih sahâbîler onların ittifak ettikleri hususları diğer sahâbîlerin görüşlerine tercih etmiştir. Hz. Ebû Bekir Medine'de kazâ işlerinin başına onu getirmişti.
Resûl-i Ekrem onun hakkında, "Allah, gerçeği Ömer'in lisanı ve kalbi üzere yarattı"; "Allah'ın emirleri konusunda ümmetimin en kuvvetlisi Ömer'dir"; "Muhakkak ki şeytan senden korkar, yâ Ömer!" demiş, "Ey Allahım! Ömer'in kalbinden haset ve hastalıkları çıkar ve onu imana tebdil et" şeklinde dua etmiştir. Hz. Ömer, "Sana vâiz olarak ölüm yeter ey Ömer!" ifadesini mührüne kazıtmış, kendisini malıyla ve canıyla Hz. Peygamber'in yoluna adamıştır.
"EMÎRÜ'L MÜ'MİNÎN" TABİRİ İLK KEZ ONUN İÇİN KULLANILDI
Hz. Ömer'in en meşhur lakabı "Fârûk"tur. "Hak ile bâtılı birbirinden ayıran" anlamındaki bu lakabı kendisine Hz. Peygamber'in, Müslümanların veya Ehl-i kitabın vermiş olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. İslâm tarihinde "emîrü'l-mü'minîn" tabiri ilk defa Hz. Ömer için kullanılmıştır. Sünnî ulemâsı, onun Hz. Ebû Bekir'den sonra Müslümanların en faziletlisi ve hilâfet makamına en uygun sahâbî olduğunda ittifak etmiştir.
Şiî ulemâsı ise Hz. Ali'nin hilâfetiyle ilgili ilâhî emir bulunduğunu, Hz. Ömer'in Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde ile birlikte bu emre muhalefet ettiğini ve Resûlullah'ın cenazesi henüz ortada iken hilâfeti Hz. Ali'den gasp ettiğini ileri sürmüş, Hz. Ebû Bekir'in Ömer'i halife tayin etmesini de eleştirmiştir. Sünnî kaynaklarında Hz. Ebû Bekir'in yaptığı istişarelerden sonra Ömer'i yerine bırakmayı kararlaştırdığı, Hz. Ömer'in başarılı yönetiminin bu tayinin ne kadar isabetli olduğunu gösterdiği belirtilir. Hz. Ali, Ebû Bekir'in Ömer'i halife olarak bırakmasına karşı çıkmamış, ona ilk gün biat edenler arasında yer almış, onu desteklemiş ve onun yardımcısı olmuştur. Hz. Ömer de, "Ali olmasaydı Ömer helâk olurdu" diyerek bir gerçeği ifade etmiştir.
"ALLAH'IN EMRİ KONUSUNDA EN ŞİDDETLİSİ ÖMER'DİR"
Hz. Ömer sert mizaçlıydı. Onun bu özelliğini Resûl-i Ekrem, "Ümmetimin içinde ümmetime en merhametli Ebû Bekir, Allah'ın emri konusunda en şiddetlisi Ömer'dir" sözüyle dile getirmiştir. Hz. Ömer kadınlara karşı da çok sertti. Ancak Rabbinden korkması ve âhirette yaptıklarından hesap vereceğine dair olan kesin inancı şahsî özellikleri arasında mesuliyet duygusunu ön plana çıkarmış, mesuliyet duygusu onu sert ve haşin davranışlardan uzak tutmuştu.
"ÖMER ANILINCA ADALET ANILMIŞ OLUR"
Ayrıca Hz. Ebû Bekir döneminde Medine'deki kazâ işlerinin başında bulunarak tecrübe kazanmış, adalet sahasında gerçekleştirdiği icraatıyla insanlık tarihine geçmiştir. Onun hakkında Hz. Âişe'nin, "Ömer anılınca adalet anılmış olur, adalet anılınca Allah anılmış olur, Allah anılınca da rahmet iner" dediği nakledilir. Halifeliği süresince beytülmâlden ihtiyacı dışında hiçbir şey almamaya dikkat etmiş, sıradan bir Kureyşli gibi yaşamış ve Hz. Ali'nin bu konudaki tavsiyelerine uymuştur. Kaynaklarda zâhidâne bir hayat sürdüğü uzun uzun anlatılmaktadır.
Hz. Ömer kul hakkına riayet hususunda çok hassas davranmıştır. Onun bu hassasiyeti kendisinden sonra iş başına gelecek halifeye zimmîlerin hukukuna riayet edilmesi ve onlara verilen taahhütlere uyulmasına dair vasiyetinde görülür. Savaşlarda Müslümanların zarara uğramaması için gerekli tedbirleri alır, valilere de bu doğrultuda emirler verirdi. Onun savaşları Medine'den takip ettiği ve gelişmelere odaklanmış olduğu görülmektedir. Medine'de hutbe okurken İran cephesinde savaşmakta olan kumandanı Sâriye'ye, "Ey Sâriye! Dağa çekil, dağa!" diye hitap ettiği ve kumandanının bunu duyarak emri yerine getirip ordusunu kurtardığı rivayet. Resûlullah onun hakkında, "Sizden önceki toplumlarda Allah'ın kalplerine ilham verdiği kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de böyle kimseler varsa -ki şüphesiz vardır- muhakkak Ömer de onlardandır" demiştir.
İNSANLARIN HAKKINI ARAMASINA İMKÂN TANIRDI
Hz. Ömer toplumu ilgilendiren bir konu ortaya çıkınca halkı Mescid-i Nebevî'ye çağırır, iki rek'at namaz kılındıktan sonra minbere çıkıp konuyu halka açardı. Halkın soru sormasına ve haklarını aramasına imkân tanır, kendisinin eleştirilmesini isterdi. Emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker esasına bağlı kalarak halifelik vazifesini yerine getirmekte çok büyük hassasiyet gösteren Hz. Ömer bütün emir ve yasakları önce kendi şahsında uygular, halka verdiği emirleri aile mensuplarına da söyleyerek bunlara riayet edilmesini isterdi.
Hz. Ömer namaz kıldırmak, hutbe okumak, fey ve zekâtları toplamak, mâbedlerin yapımı ve bakımıyla meşgul olmak, ramazan ayının başını ve sonunu ilân etmek, hac farîzasının yerine getirilmesi için tedbir almak ve haccın idaresini üstlenmek gibi görevleri de yerine getirirdi. Abdurrahman b. Avf'ı emîr-i hac tayin ettiği hilâfetinin ilk yılı hariç hac farîzasını bizzat kendisi idare etmiş, son haccında Resûl-i Ekrem'in hanımlarını da beraberinde götürmüş, halifeliği döneminde ayrıca üç defa umre yapmıştır.
İHTİYAÇ SAHİPLERİNE KENDİSİ YİYECEK TAŞIRDI
Hz. Ömer, divan defterlerini yanına alarak Medine çevresindeki insanların atıyyelerini evlerine gidip bizzat kendisi dağıtırdı. Gündüzleri çarşı pazarda, geceleri de Medine sokaklarında dolaşıp asayişi kontrol eder, ihtiyaç sahiplerini gördüğünde kendisi beytülmâlden yiyecek taşırdı. Her cumartesi günü Medine'nin dışında Âliye yöresine gider, güç yetiremeyecekleri işlerde çalıştırılan kölelerin yükünün hafifletilmesini sağlardı. Aynı şekilde hayvanlara fazla yük yükletilmesine müdahale ederdi.
Valilerine yazdığı mektup ve emirnâmelerden birer nüshanın saklanmasını istediğinden Dîvânü'l-inşâ'nın kurucusu kabul edilmiştir. 18 (639) yılındaki kıtlıkta ihtiyaç sahipleri Zeyd b. Sâbit tarafından belirlenmiş ve beytülmâlde bulunan bütün hububat ve yiyecekler kendilerine dağıtılmıştır. Kendisi de her gün yirmi deve kestirerek ihtiyaç sahiplerine dağıtmış, kıtlık yılında ihtiyaç dolayısıyla hırsızlık yapmak zorunda kalanlara ceza uygulamamıştır.
EĞİTİM VE ÖĞRETİME KUR'AN'LA BAŞLANMASINI EMRETTİ
Züheyr, Nâbiga ve Abde gibi tanınmış şairlerin şiirlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği rivayet edilen Hz. Ömer'in bunları okuduğu, birçoğunu ezberlediği, halifeliği döneminde kabilelere ait divanların derlenmesini istediği bilinmektedir. Onun bu şiirlerden bestelenmiş şarkıları dinlemeyi sevdiği ve, "Şarkı yolcunun azığı cümlesindendir" dediği nakledilmektedir. Babasından ensâb bilgisini öğrenen Hz. Ömer güzel yazı yazar ve güzel konuşurdu. Onun Hz. Ebû Bekir ile birlikte Kureyş'in en fasih konuşanları arasında yer aldığı, Kur'an'ın kıraat ve imlâsına itina gösterilmesini, Arap dilinin iyi öğrenilmesini ve doğru konuşulmasını istediği kaydedilmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in mushaf haline getirilmesi hususunda Hz. Ebû Bekir'i ikna eden Hz. Ömer, bütün İslâm beldelerinde valilere cami ve mekteplerde eğitim ve öğretime Kur'an'la başlanmasını emretmiş, bu maksatla çeşitli vilâyetlere Medine'den bazı sahâbîleri göndermiş, onlara maaş bağlamıştır. Kur'an'ın inanç esaslarına ait âyetlerinin doğru anlaşılması için çaba göstermiş, müteşâbih âyetlerle ilgilenenleri bundan men etmiş, kazâ ve kader konusundaki yanlış yorumları engellemiştir. İbrâhim b. Hasan, Hz. Ömer'in Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılması hususundaki görüşlerini Taberî, İbn Kesîr ve Süyûtî'nin tefsirlerinde yer alan rivayetlerden hareketle bir araya getirerek et-Tefsîrü'l-meǿsûr adıyla yayımlamıştır.
HADİSLERİN RİVAYETİNE ÇOK DİKKAT EDERDİ
Hz. Ömer hadislerin rivayetine çok dikkat eder, Resûl-i Ekrem'den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet eden sahâbîlerden bunu Resûlullah'ın söylediğine dair şahit getirmelerini isterdi. Bununla birlikte onun Sa'd b. Ebû Vakkās gibi seçkin sahâbîlerden doğrudan hadis aldığı da bilinmektedir. Hadisleri de bir araya getirmeyi düşünen Hz. Ömer'in konu etrafında çok düşündüğü ve sahâbîlerle istişare ettikten sonra, "Size bir sünen kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce Ehl-i kitap Allah'ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah'ın kitabını terk etmişlerdi. Yemin ederim ki Allah'ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem" diyerek bundan vazgeçtiği rivayet edilir.
Diğer taraftan onun Irak yöresinde görevlendirdiği Karaza b. Kâ'b'a, gittiği yerde az hadis rivayet etmesini ve insanları Kur'an okumaktan alıkoymamasını söylediği ve çok hadis rivayet eden birkaç sahâbînin Medine dışına çıkmasını yasakladığı kaydedilir. Bu rivayetlerin mürsel olduğunu tespit eden Muhammed Mustafa el-A'zamî, Kur'an nüshalarının henüz çoğaltılmadığı dönemde Hz. Ömer'in hadislerin yazılmasına öncelik tanımış olacağına inanmanın mümkün görünmediğini söyler.
Hz. Ömer'in, ictihadlarının haber-i vâhide muhalif olduğunu gördüğünde bundan vazgeçip Resûlullah'ın görüşünü yansıtan haber-i vâhidi benimsediği bilinmektedir. Ayrıca bazı kimselerin rivayette gevşeklik göstermesi yüzünden yanlış anlaması muhtemel kişilerden hadis alınmasına karşı çıkmıştır. Kütüb-i Sitte'de rivayet ettiği 539 hadis bulunmaktadır; bunların çoğu fıkha dairdir. Buhârî ve Müslim'in eserlerinde toplam seksen bir rivayeti yer alır. Buhârî ve Müslim bunların yirmi altısında ittifak etmiş, Buhârî otuz dört, Müslim yirmi bir hadisi ayrıca eserine almıştır. Diğer hadis kitaplarında da rivayetlerine yer verilmiştir. Bazı muhaddisler Hz. Ömer'in rivayet ettiği hadisleri bazı müsnedlerde toplamışlardır.
İSLÂM'IN TEBLİĞİ VE ÖĞRETİMİNDE BİRÇOK İLK GERÇEKLEŞTİRDİ
Hz. Ömer fetihleri yönetip yönlendirmesi, ortaya çıkan problemlerin çözümü, esirler ve gayrimüslimler hakkındaki kararları, yeni şehirlerin kurulması ve fâtih askerlerin İslâm'a açılmış çok geniş coğrafyaya yerleştirilmesi, İslâmiyet'in tebliğ ve öğretilmesi gibi birçok konuda ilk uygulamaları (evâil) gerçekleştirmiştir. Hz. Ali'nin teklifi üzerine 16 yılı Rebîülevvelinde (Nisan 637) hicrî takvimin kullanılmaya başlanması kararlaştırılmış ve muharrem ayı hicrî takvimin ilk ayı olarak kabul edilmiştir. Onun devlet idaresindeki dirayetini gösteren bu uygulamalara kaynaklarda geniş yer verilmiş ve bunlar bazı teliflere konu olmuştur.
Beytülmâl gelirlerinden olan zekâtı Tevbe sûresinin 60., humusu da Enfâl sûresinin 41. âyetine göre Müslümanlara dağıtmış, İslâm devleti hâkimiyetine giren gayrimüslimlerin barış zamanında verdikleri, fey ismi altında toplanan vergiler (cizye, haraç ve öşür) sayesinde artan beytülmâl gelirlerini Müslümanlara dağıtmak üzere bir düzenlemeye gitmeyi kararlaştırmıştır.
Fey gelirlerinden cizyenin alınmasını emreden âyette (et-Tevbe 9/29) bu verginin sarf yeri belirtilmemiştir. Hz. Ömer, hilâfetinin ilk yıllarında Resûl-i Ekrem'in ve Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi cizyeyi Medine'deki Müslümanlara dağıtmıştır. Haraç ve ticaret malları vergilerini ise kendisi koymuş, ganimet topraklarının dağıtılmamasına ve bu topraklardan alınan haraç vergisinin vakıf olarak kalmasına karar verirken bunlardan elde edilecek fey gelirlerinin Haşr sûresinin 7-10. âyetleri gereği bütün Müslümanlara dağıtılması için 15 (636) veya 20 (641) yılında divan teşkilâtını kurmuştur.
ZİRAATİ İYİ BİLENLERE BIRAKMIŞTI
Hz. Ömer, fethedilen toprakları haraç vergisi karşılığında ziraatı iyi bilen eski sahiplerine bırakmıştır. Ekilebilir arazilerin alanına ve yetişen ürünün cinsine göre ister ekilsin ister ekilmesin yılda bir defa alınan bu vergi (harâc-ı vazîfe) ilk defa Sevâd (Irak), Suriye ve Mısır topraklarında uygulanmıştır. Bu uygulamayla hem tecrübesiz kimselerin mülkiyeti altında ortaya çıkabilecek verim düşüşü engellenmiş, hem toplanan haraç vergisi Müslümanlara diğer fey gelirleriyle birlikte dağıtılmak suretiyle âdil bir gelir dağılımı sağlanmıştır. Bazı eski kaynaklarda savaşla ele geçirilen topraklardan alınan bu vergiye "task" adı verildiği görülmektedir. Ziraata elverişli olmayan topraklardan ve mesken alanlarından haraç alınmamıştır.
İDARÎ YÖNETİMİ "İSLÂMLAŞMA" ÜZERİNE KURDU
Medine'de merkezî bir idare kuran Hz. Ömer, sınırları çok geniş bir coğrafyaya yayılan devleti "emîrü'l-ceyş" (emîrü'l-cünd) adı verilen kumandan-valiler veya "emîr" (âmil) denilen valiler eliyle yönetmiştir. Valiler, savaşları sevk ve idare etmeleri yanında gayrimüslimlerle ilgili düzenlemeleri uygulamaya koymuşlar, Müslüman askerlerini İslâm'a açılan bu yeni merkezlere yerleştirmişler, böylece onların buralardaki gayrimüslimlerle birlikte yaşamasını ve bu yerlerin İslâmlaşmasını sağlamışlardır.
Hz. Ömer ele geçirilen yerleşim merkezlerinde öncelikle cami yaptırılmasını emretmiş, bunun yanında bazen fethedilen şehirlerdeki eski mâbedler tamamen veya kısmen camiye çevrilmiştir. Nitekim Dımaşk şehrinin ortasında bulunan Yuhannâ Kilisesi'nin yarısı hıristiyanlara bırakılmış, yarısı camiye dönüştürülmüştür. Kudüs'te olduğu gibi barış yoluyla ele geçirilen yerlerde ise eski mâbedlere dokunulmamıştır. Mescid-i Aksâ'nın yeri tespit edilmiş ve buraya büyük bir cami yaptırılmıştır. Genellikle camilerin yanına emîr evi ve çarşı inşa edilmiştir. Bu şehirlere Arabistan'ın çeşitli yerlerinden gelerek fütuhata katılmış olan askerler yerleştirilmiş, daha sonra aileleri getirilip mahalleler kurulmuş, bu mahallelerde mescidler açılmış, böylece iki ayrı şehir profili ortaya çıkmıştır. Kudüs, Dımaşk, Antakya, Medâin ve İskenderiye gibi gayrimüslimlerin de yaşadığı şehirler dinlere göre mahallelere bölünürken Basra, Kûfe ve Fustat gibi yeni kurulan şehirlerde Arap yarımadasından fütuhat için gelen Müslüman Araplar kabilelerine göre yerleştirilmiştir.
YÖNETİCİLERİN MAL VARLIKLARINI TAKİP EDERDİ
Hz. Ömer görev yerlerine gitmeden önce valilerin bütün servetlerini kaydettirir, servetlerinde aşırı miktarda artış olanların durumlarını araştırır, gerekirse servetlerinin bir kısmına el koyardı. Valilerinin ve diğer görevlilerinin teftişine çok önem veren Hz. Ömer, hakkında şikâyet bulunanlar için soruşturma açmış, bu iş için genellikle ensardan Muhammed b. Mesleme'yi görevlendirmiştir.
Her yıl hac mevsiminde valileri Medine'ye çağırır, halktan bazı kimseleri de yanlarında getirmelerini ister, onlardan vilâyetlerinin durumuna, halkın şikâyetine, fiyatlara, zayıf ve güçsüzlerin valilerin yanına girip giremediklerine, valilerin hastaları ziyaret edip etmediğine dair sorular sorardı. Ayrıca teftiş maksadıyla tanınmayan kimseleri gizlice vilâyetlere gönderirdi.
SAVAŞMADAN ÖNCE BARIŞÇIL YÖNTEMLER DENERDİ
Savaşta nasıl davranılacağıyla ilgili prensipler ortaya koyan Hz. Ömer savaştan önce karşı tarafla temasa geçilmesini, onlara elçilik heyeti gönderilmesini, bu heyetin onları İslâm'a davet etmesini, kabul etmedikleri takdirde cizye ödemelerinin teklif edilmesini, bunu da kabul etmezlerse savaşılacağının kendilerine bildirilmesini istemiş, insanlık dışı tecavüzlerde bulunulmamasını, tenkil yapılmamasını, kadın ve çocukların öldürülmemesini tembih etmiştir.
Orduların durumunu yakından takip edebilmek ve merkezle taşra arasındaki irtibatı sağlayabilmek için haberleşmeye büyük önem vermiş, bu maksatla yollara menziller yaptırmış, valilerinden devamlı raporlar istemiştir.
Hicaz, Yemen, Bahreyn, Ecnâdüşşâm (Suriye garnizonları), Kûfe, Basra (Irak) ve Fars ile Mısır Hz. Ömer zamanındaki büyük vilâyetlerdi. Bunlara bağlı birçok şehir veya bölgenin merkezlerin valilerine bağlı yahut bizzat halife tarafından tayin edilen kumandan-valileri veya âmilleri bulunuyordu. Halife ordunun asker, levâzım ve hayvan ihtiyacını kendisi Medine'de karşılıyordu. Bu dönemde askerlerin adları divan defterlerine yazılmak suretiyle âdeta zorunlu askerlik ve düzenli orduların kurulmasına adım atılmış, ziraata elverişli toprakların sulanması için bent-kanal sistemleri kurulmuş, su ihtiyacının karşılanması için yerleşim merkezlerine kanallar açılmıştır.
İSLÂM HUKUK TARİHİNDE ÖNEMLİ YERİ VAR
Hz. Ömer devletin başşehri Medine'ye vali tayin etmemiş, idaresini bizzat kendisi üstlenmiştir. Devlet idaresinde âdil olunması (el-Mâide 5/8), işlerin ehline havale edilmesi (en-Nisâ 4/58) gibi Kur'an esaslarına ve bilhassa istişareye (Âl-i İmrân 3/ 159; eş-Şûrâ 42/38) büyük önem vermiştir. Adalet işlerine önceleri valiler bakarken Hz. Ömer Kûfe, Basra, Dımaşk, Filistin, Humus, Ürdün, Mısır ve Bahreyn'e kendisine bağlı kadılar tayin etmiştir.
Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye gönderdiği, İslâm hukuk tarihinde önemli bir yeri olan mektubunda kadının tarafsızlığı, tarafların delil getirme yükümlülüğü, anlaşıp barışma ve kadının hatalı kararından dönmesi gibi yargılama usulünün temel meselelerine temas ederken Kitap ve Sünnet'te bulunmayan hususlarda kıyas yapılması, aksi sabit oluncaya kadar bütün Müslümanların dürüst birer şahit olarak kabul edilmesi, tarafsızlığa, doğru ve kanunî delillere önem verilmesi, keyfî delillerin reddedilmesi, delilin bulunmadığı durumlarda yemine başvurulması gibi esaslara yer vermiştir. Kaynaklarda onun benzer esasları ihtiva eden başka mektupları da yer almaktadır. İslâm tarihinde ilk hapishane Hz. Ömer zamanında kurulmuş ve bunun ardından cezalarda bazı değişikliklere gidilmiştir.
BÖLGEDEKİ DENİZ TİCARETİNE OLANAK SAĞLADI
Kara yoluyla Medine'ye erzak sevki zor olduğu için Mısır Valisi Amr b. Âs, Hz. Ömer'den izin alarak Nil nehri kenarındaki Babilon şehriyle Kızıldeniz sahilindeki Külzûm (Süveyş) Limanı'nı birbirine bağlayan, firavunlar döneminde yaptırılmış ve zamanla kapanmış olan kanalı açtırmış, "Halîcü emîri'l-mü'minîn" adını verdiği su vasıtasıyla Kızıldeniz üzerinden Medine'ye erzak gönderilmesini ve Mısır, Haremeyn ile Yemen ve Hindistan arasında deniz ticareti yapılmasını sağlamıştır.
Kızıldeniz'i Akdeniz'e bağlamak üzere bir kanal açılabileceğini halifeye bildiren Amr, hacca gelenlerin gemilerini Rumlar'ın yağmalayacağı endişesini ifade eden Hz. Ömer'den izin alamadığı için bu tasavvurundan vazgeçmiştir.
MESCİD-İ NEBEVÎ VE MESCİD-İ HARÂM'I GENİŞLETTİ
Hz. Ömer, Medine nüfusunun giderek artması üzerine Mescid-i Nebevî'yi genişletmiş (17/638), Hz. Peygamber'in hücre-i saâdetleriyle mescidin arasına duvar yaptırmış, kuzey duvarını biraz geriye çektirmiş ve ön duvar mevcut sütunların aralığı kadar ileri alınarak yanlara üçer, batı tarafından ön duvara dik ikişer sütun ilâve ettirmiştir. Çevre duvarını ve tavanı yükseltip kapı sayısını altıya çıkartmış, zemini Akīk vadisinden getirilen küçük çakıl taşlarıyla kaplatmıştır.
14 (635) yılında Mescid-i Nebevî'de ilk defa cemaatle teravih namazı kılınmasını emretmiş, kadın ve erkeklere iki ayrı imam tayin etmiştir. Mescid-i Harâm'ı da çevredeki bazı evleri istimlâk ederek genişletmiş, etrafını göğüs hizasında bir duvarla çevirtmiş ve meşalelerle aydınlatmış, bazı rivayetlere göre sel sularının Kâbe'nin duvarına kadar sürüklediği Makām-ı İbrâhim'i eski yerine koydurmuştur. Diğer bazı rivayetlerde, aslında Kâbe'ye bitişik olan bu makamın etrafında namaz kılanların tavafı engellediğini görerek yerini değiştirdiği kaydedilmektedir. Seli önlemek için iki bent yaptırmış, Harem bölgesinin sınırlarını taş direkler (ensâb) koydurarak yeniden belirlemiştir. 17 (638) yılındaki umresi esnasında Mekke-Medine arasındaki su kaynaklarında misafirhane yapmak, yeni kuyular açmak ve mevcutları temizlemek isteyen kabilelere hac ve umre yolcularının öncelikle faydalanmaları şartıyla izin vermiş, Şam-Hicaz arasında da benzer tedbirleri almıştır. Medine'de bir misafirhane yaptırmış, Kûfe-Hîre arasındaki bir konağın misafirhane olarak kullanılmasını istemiştir.
ÇOCUKLARIN EĞİTİMİNE ÖNEM VERDİ
Medine'de çocukların eğitimi için görevliler tayin eden Hz. Ömer çocuklara Kur'ân-ı Kerîm, okuma yazma ve Arap dili kaidelerinin yanında ensâb bilgisi, şiir, darbımesel, yüzme, binicilik ve atıcılığın öğretilmesini istemiş, bu konuda valilere emirler göndermiştir. Kur'ân-ı Kerîm öğrenen çocuklara beytülmâlden maaş bağlamıştır. Bu öğretim faaliyetlerinden hür veya köle bütün çocuklar faydalanıyordu.
GAYRİMÜSLİMLERE YAKLAŞIMI İSLÂM'IN KAZANCI OLDU
Bu dönemde hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslâm'a gönüllü katılmalar takip etmiş, hiç kimse İslâmiyet'i kabule zorlanmamıştır. Hz. Ömer gayrimüslimlerle yapılan antlaşmalara gerekli hassasiyetin gösterilmesini sağlamış, din farkı gözetmeksizin insanlara iyi davranılmasına dikkat edilmesini istemiştir. Bundan son derecede memnun olan Suriye bölgesindeki gayrimüslim Cürcüme (Cerâcime), Sâmirîler, Dülûk ve Ra'bân kabileleri casuslar vasıtasıyla Bizans'ın durumunu öğrenip Müslümanlara haber vermiş, buna karşılık kendilerinden cizye alınmamıştır.
Öte yandan bu zümrelerin kadın ve çocuklarının her türlü tehlikeye karşı korunması, öldürülmemeleri, sürülmemeleri ve esir edilmemeleri devlet tarafından garanti altına alınmış, devlet aynı garantiyi onların malları için de vermiştir. Gayrimüslimlere tam bir inanç hürriyeti sağlanmış, âteşkedeleri, kilise ve havraları korunmuştur.
Hz. Ömer'in Kudüs'ün fethi esnasında kilisede namaz kılmaması yanında bu din anlayışının bir başka delili Mısır fethine şahit olan Nikou Piskoposu Jean'ın ifadelerinde görülür. Jean, Amr b. Âs'ın kiliselerden bir şey almadığını, onları yağma etmediğini, emlâkine el koymadığını ve Müslümanların hıristiyanların işlerine karışmadığını açıkça dile getirmiştir.
Hz. Ömer gayrimüslimlerin uyacakları bazı esasları da belirlemiştir. Ebû Yûsuf'un eserinde Hz. Ömer'in gayrimüslimlerin bellerine zünnar takmaları, başlarına çizgili kalensüve giymeleri gibi kıyafetle ilgili bazı hususları da emrettiği, maksadının Müslümanlarla zimmîlerin ayırt edilmesi olduğu şeklindeki bilgiler yer almaktadır. Ancak gayrimüslimlerle yapılan antlaşma metinlerinde görülmeyen bu şartların Hz. Ömer'e nisbeti tartışmalı bir konudur. Gayrimüslimlerin devlet hizmetinde çalışıp çalışamayacakları hususunda da antlaşmalarda bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak onun zamanında ve daha sonraki dönemlerde zimmîlerin devlet hizmetinde çalıştıkları bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de Müslüman erkeklerin zimmî kadınlarla evlenmelerine izin verilmesine karşılık (el-Mâide 5/5) Hz. Ömer, Medâin Valisi Huzeyfe b. Yemân'dan yahudi asıllı karısını boşamasını istemiş, o da halifeye bir mektup yazarak Ehl-i kitap kadınlarla evlenmenin hükmünü sormuştur. Hz. Ömer cevabî mektubunda bu evliliğin helâl olduğunu, ancak ecnebi kadınların tatlı dilleriyle Müslüman hanımlara üstün geleceklerine dair endişesini bildirmiştir. Bunun üzerine Huzeyfe'nin hanımını boşadığı kaydedilir.
Hz. Ömer bu uygulamasıyla fetihlerden sonra yaygınlaşan bu çeşit evliliklerin önüne geçmek istemiş olmalıdır. Bu sebeple onun bu kararının zimmîlere cephe almak şeklinde değil geçici bir tedbir olarak anlaşılması gerekir.
TDV, İslâm Ansiklopedisi'nden derlenmiştir.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.