Arama

Edebiyatın usta kalemlerinin çocukluk anıları

Hatıralar, insanın hayatında unutamadığı, içinde yaşatmaya devam ettirdiği anlar bütünüdür. Hatıralar; insanın özü, özeti, kıymet ifade eden parçalarıdır. Hatıra yazıcılığı ise Türk edebiyatında Tanzimat döneminde Ahmet Cevdet Paşa ile başlayıp günümüze kadar geldi. Yazarlar toplumun en seçkin insanı, yol göstericisidir. Peki, bu insanlar bu merhaleye geçene kadar hangi aşamalardan geçmiş, hangi engelleri aşmış, aile ve çevresinden neler alabildi? Çocukluklarında neleri merak etmiş, hangi idealleri taşımıştır? Sizler için edebiyatımızın usta kalemlerinin çocukluk anılarını derledik.

Edebiyatın usta kalemlerinin çocukluk anıları
Yayınlanma Tarihi: 3.9.2019 11:16:38 Güncelleme Tarihi: 03.09.2019 11:16

Osmanlı'ya bağlı Bulgaristan'ın Lofça kasabasında doğan Ahmed Cevdet Paşa'nın okumaya karşı büyük bir merakı vardı. Zamanla Lofça ona dar gelmeye başlayınca bilim ve kültür merkezi olan İstanbul'a geldi. Bu gelişi şöyle anlatır:

"Benim için İstanbul'a gitmekten başka çare kalmamıştı. Babam ve annem de fevkalade hırs ve isteğimi görüp çaresiz kabullendiler. Bunu üzerine büyük babam beni İstanbul'a gönderdi. 1839 yılından önce İstanbul'a geldim. Çarşamba Pazarı'nda rastladığım Papasoğlu Medresesine bir oda buldum. Buraya yerleştikten sonra Fatih Camii'ndeki derslere devam etmeye başladım."

ÖĞRETMENLERİNE DERS VEREN ÖĞRENCİ

Bütün dünyası kitaplar oluşturan Ahmed Cevdet Paşa, medrese hatırlarından şöyle bahseder:

"Medreselerin tahsil günlerinde, belirli dersleri görürdük. Bundan başka tatil günleri olan Cuma günlerinde ben ufak tefek ve eski metodla hesap, cebir, geometri, astronomi ve diğer ilimlere ait pek çok okurdum. Arkadaşlarım senenin üç ayını memlekette geçirken ben yalnızca Ramazan'da sıla hasretini gidermek için Lofça'ya giderdim. Bundan başka hep İstanbul'da kalıp kitaplarımla uğraşıyor, tatil günlerinde tahsil günşerinden fazla bilgi ediniyordum. Bu şekilde diğer talebelerin on yılda yapamdığı tahsili ben beş-altı senede tamamlayarak ders kitabı okutmaya başladım. Bu arada "Beyanü'l-Unvan" adlı kitap yazdım.

Yüksek ilimleri öğrenebilmek için derslerin üzerine pek fazla eğildim. Önceleri yatağa yatmıyordum. Ders çalışırken uyukluyor, kitap üzerine uyuyor, sonra yine uyanıp kitaba sarılıyordum."

"Fatih Cami'ndeki Vidinli adında büyük bir hoca Mutavvel adında kitabı ders olarak veriyordu. Üç yüzden fazla talebe bu dersi dinliyordu. Dersler tartışmalı geçiyor, zaman zaman hocaya itiraz edip açıklama istiyorlardı.

Bir gün bir konuda hocamın görüşünün aksine olarak fazla ısrar edip dayandım. Hocamın canı sıkıldı, beni azarladı. Azarlaması gücüme gitmişti. Ondan sonraki birkaç derste ağzımı açmadım. Başka bir gün hoca aramızda anlaşamadığımız konuyu açtı. Güzelce açıkladı ve beni kastederek 'Lofçalı haklıymış' dedi. Hocanın daha önceki azarlamasından ne kadar kırılmışsam bu tavrından da o kadar memnun oldum."

MİLLİ ŞAİR MEHMET AKİF ERSOY

Mehmet Akif çocukluğundan şöyle bahseder:

Sekiz yaşında bir çocuktum. Babam: "Bu gece sizinle camiye gitsek. Fakat namazsa uslu oturmanız şartıyla. Yaramazlık ederseniz işte ev! Der ve benimle kardeşimi alıp camiye götürürdü. İçeriye girince kendisi namaza durur, haliyle beni salıverirdi. Babamın kontrolünden kurtulunca hasırla üstünde ne âşıkane koşardım! Hayal, otuz dene evvelki hali gözümün önüne getirdi de elli beş yaşlarında, güçlü kuvvetli fakat sakalı fazla ağarmış beyaz sarıklı ve heybetli bir adamla yanında küçük bir kız ve pek yaramaz bir oğlanı görmeye başladım. Bu afacanın başındaki fesin püskülü yoktu. İbiğinde mavi bir boncuk bağlı fesin üzerinde yeşil bir sarık sarılı idi."

Rüştiyeyi bıraktıktan sonra Mülkiye okuluna başlayan Mehmet Akif, Baytar Mektebi'ne geçişini şöyle anlatır:

Dört lisanda (Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca) birinci idim ve şiiri çok severdim. İlk okuduğum şiir kitabı Leyla ile Mecnun'du. Babam bu temayülüme ses çıkarmazdı.

Birkaç arkadaş "Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verecekler" diye Mülkiye'i terk ettik, yeni mektebe geçtik. O zaman Baytar Mektebi iki sene gündüz, iki sene gece olmak üzere dört senelikti. Biz gündüz kısmı bitirince Halkalı'daki gece kısmına geçtik.

Şiirle iştigalim Baytar Mektebi'nin Halkalı'daki son iki senesinde hızlandı. Çok mazmun parçalar yazdım. Sonra bunların hepsini imha ettim. Şiirle alakamı artırmak için orta be yüksek tahsilde yeni bir müessir çıkmamış; eski temayülüm inkişaf etmiştir.

Sağlam bir karaktere, kuvvetli bir inanca sahip olan Akif anılarından şöyle bahseder:

Yüksek tahsilimi bitirdikten sonra hafız oldum.

Beden terbiyesinde çok meraklı idim. Güreşe girdim. Kisbet ve zeytinyağlı güreşlerimi Çatalca köyünde yaptım. Güreşte üstadım, meşhur Kayıkçı Osman Pehlivandı.

İlk şiirlerim 1896 senesinde Resimli Mecmua'da çıktı. Konuları ahlaki, dini, pek azı garami idi. İlk şiirlerimde birkaç şairi kendime numune olarak almıştım. Bunların başında Ziya Paşa gelir. Naci'den, Namık Kemal'den, Hamid'den de pek çok istifade ettim.

Arap edebiyatından edindiğim en büyük fayda; gerek Arapların gerek diğer İslam bilginlerinin Arapçaya verdikleri kıymet ve önemi anlamış olmamdır. Her kelime için nasıl uğraştıkları bilinir. Bence iki şey mukaddestir:

Din, dil.

Din, bütün kutsal duygu ve düşünceleri insana telkin eder. Bu düşüncelerin, duyguların mümkün olduğu kadar tebliğ aracı da dildir."

MEKTEBE BAŞLAYAN HALİDE EDİP ADIVAR

Altı yaşındayım.

Bir gün evde büyük bir hazırlık başladı. Her taraf silindi, süpürüldü, masalar, koltuklar yerlerini değiştirdi. Evin erkekleri yeni elbiselerini giydiler. Ablama da bana da gayet süslü, ipekli entariler giydirdiler, başımızı örttüler.

Meğer komşulara ziyafet verilecekmiş. Gerçekten öğleye doğru kapılar açıldı, eller tespihli, çoğunun başı sarıklı, koca koca efendiler gelmeğe başladı. Yemekler yendikten, kahveler, çubuklar içildikten sonra ablamla beni ellerimizden tutup misafir amcaların yanına götürdüler. Salon hep az konuşur, çok düşünür, temiz yüzlü erkeklerle doluydu.

En evvel başköşede oturan sarıklı hocadan başlayıp bütün misafirlerin ellerini öptük. Kimi "Çok yaşa kızım!" dedi, kimi yalnız arkamızı sıvadı.

Bu iş de bittikten sonra bizi köşedeki hocanın önüne oturttular. Hoca ile bizim aramızda mini mini, üstü şal örtülü bir rahle vardı. Hoca, rahlenin üstünde duran az yapraklı bir kitabın ilk sahifesini açtı. Şehadet parmağını sahifenin başını kapayan, karışık bir sayfanın üstüne koydu. Biz de bu kalın sesini takip ederek "Besmele" ve "Elif" dedik.

Ablam değil amma ben ilk defa o gün okumağa başladım. Çünkü o daha evvel mektebe gittiydi.

O zaman Beşiktaş'ta oturuyorduk. Evimiz haremli seramlıklıydı. Hoca her akşam eve gelirdi. Biz selamlığa geçer, rahlenin üzerine oturur, dersimizi okurduk.

ÂMİN ALAYI

Asıl mektebe başlayışım bundan sonra gelir. Çünkü mektepten önce evde okumaya başlamıştık. Bu bakımdan iki defa mektebe başladım sayılır.

Bu başlayış ilkinden daha şatafatlıdır:

Güneşli bir gün, Beşiktaş'ta Uzuncaova ilk mektebin talebesi bizim evin avlusuna dolmuştular. Aşureler yendi, paralar dağıtıldı. O sırada biz de iki örgü saçımızı önümüzde sallandırırdık, başımıza işleme taktık, çocukların arasına katıldık. Ve hep beraber tabur halinde sokağa çıktık.

Büyük çocuklar taburun önünde, "Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü!.." diye ilahi söylüyorlar, küçükler de arkada sırası geldikçe "Aaaamiiin!" diye bağırıyorlardı.

Ablam ilahicilerin, ben amincilerin arasındaydım. Arkadaşlarım âmin derken açılan ağızlarına bakarak onlar gibi bağırmaya çalışıyordum.

Böylece âminler diyerek, ilahiler söyliyerek Beşiktaş sokaklarının tozunu kaldıra kaldıra mektebe vardık..."

ÖMER SEYFETTİN'İN İLK NAMAZI

Şimdi teselli muhitinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada yegâne sevdiğim bu muhterem vücut; işte hatırlıyorum, on beş sen evvel beni ilk sabah namazına kaldırmıştı. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken sert ve şefkatle bir öpücük alnımı okşayan nazik elleriyle nazik ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:

"Haydi Ömer'ciğim kalk" demişti, "Kalk, haydi yavrucuğum."

Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanında küçük gece kandili- ah bunu unutmam, bu bir kedi kafasıydı- iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil camdan gözleriyle bakıyordu.

"Fakat anneciğim, demiştim, daha gece"

Her vakit öptiği yerden sol kaşımın ucundan tekrar öperek:

"Yok, yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer…"diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı. İçi fanileli küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla oğuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir anda geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.

"Aa… Pervin de kalkmış…"

Pervin -hizmetçimizdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem emişti ki:

"Pervin, her sabah kalkar."

Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına hayret ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim: "Öyle yorulursun." Diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum. "Haydi, besmele çek!"

Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda "Yüzünü… Kollarını, yine üç defa…" diye fısıldıyor, unuttukça " Aa, hani başına mesh?" gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladım. Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gittim. Arkama döndüğümde annemi arakiye seccadeyi açıyor gördüm. Sonra başına yeşil başörtüsünü örterek beni çağırmıştı: "Gel…"

Gittim. Küçücük be, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, hassas anne ve vücudunun yanında durdum. İki lakırdı ile bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti: "İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini tekrarla, unutmadın ya?" "Hayır…" "Haydi…"

YAHYA KEMAL'İN EĞİTİM DÜNYASINA GİRİŞİNİN İLK GÜNÜ

2 Aralık 1884 yılında Üsküp'teki Adile Hanım Konağı'nda doğan Yahya Kemal, mektebe başlayışını şöyle anlatır:

Mektebe başlayışım yapılagelen geleneğe tamamiyle uygun oldu. Erkenden birinci öğretmen Sabri ve ikinci öğretmen Gani Efendiler bizim selamlığa geldiler; çarşıdan bana salavatlı bir divit, boyundan geçirilir, sırmalı bir cüzdanlık alınmıştı. Gani efendi kalem açtı, divitin mürekkebine batırdı. Bir "Rabbi Yessir" yazdı. Sonra üstüne şeker döktüler, bana o yazının mürekkebini şekerli şekerli yalattılar.

Dışarıda, bahçede, meydanda bekleyen mektep çocuklarına birer külah şeker dağıtıldı. Nihayet bu çocuk kafilesi

"Şol cennetin ırmakları,

Akar Allah deyu deyu

Çıkmış Tanrı melekleri

Bakar Allah deyu deyu"

İlahisini beraberce söyleyerek yola düzüldüler.

Davetliler vardı, onlar şerbet içtiler, kuşaklarını ve ceplerini şeker külahlarıyla doldurdular, o aralık galiba ürkmeyeyim diye, beni bir araba ile ayrı bir yoldan Saat Bayırı'ndan mektebe ilettiler. Annemin hazırlamış olduğğu bir şilteyi, muallim Gani Efendi'nin hoca makamı olan kavis, mihrabımsı yerin arkasına koydular. Eğitim dünyasına girişimin ilk günü budur.

Yahya Kemal, çocukluğundaki Balkanlardaki karışıklığı şöyle anlatır anılarında:

1894'de İstanbul'da Ermeni katliamının ta Rakofça çiftliğine ilk haberi gelmişti. Eski Sırp hududumuz üzerinde Zıbıfça yanında, Rakofça'dan ailece yazı geçiriyorduk. O gün Üsküp treniyle çiftçiliğe gelmiş olan bir ziyaretçi bu mühim haberi verdi: "İstanbul'da karışıklık olmuş, Ermeniler ayaklanmışlar ve softalar tarafından öldürülmüşler!" On yaşında bir Rumeli çocuğuydum. İstanbul'u bilmiyordum. Ermeni diye bir halkımızın olduğunu gayet müphem bir malumat olarak edinmiştim. İstanbul'da olup biten işlerin ne olduğunu iyi kestiremiyordum. Yalnız devletin sıkıntılı günler geçirdiğini hissediyordum. On iki yaşına girdikten sonra, Üsküp'e kadar gelen Girit İhtilali'nin havadisleriyle alakadar olurdum. Orada, mavi denizin arkasında, uzak bir adada, Rumların, Müslümanları her gün kestiklerini, Müslüman kadınlarımızın namuslarına saldırdıklarını, Avrupalıların cins ve din gayretleriyle Rumlara yardım ettiklerini işitiyordum.

Girit İhtilali, Müslümanların kalplerine işleyen bir yara gibiydi. Üsküp'te herkes bizim mazlum olduğumuza kanaat getiriyordu. Yunanlıların ise koruyucuları olan devletlerin arkasında, sırıtkan ve işkenceci, zalim bir halleri vardı. Bu bizce bilhassa bir haysiyet işiydi de. Yunanlılığın yüzümüze her an vurduğu tokatları asla iade edemiyorduk. Neden iade edemiyorduk? Allah Allah! Biz neden bu halde bulunuyorduk?

REFİK HALİT KARAY'IN ÇOCUKLUĞUNUN DENİZLERİ

İlk deniz manzarası- üç yaşımda olduğumu sonradan öğrendim- gayet süslü, yarı rüya, yarı hülya, fazla köpüklü ve çok ışıklı, hatırımda şöyle kalmış:

Kafuriden dökülmüş gibi dışarıdan bakılınca sanki içi de yarı sezilen şeffaf, beyaz, narin bir cami; iki yanında mumdan sandığım iki ince minare… Bir apaydınlık mermer avlu, bu avludan mürekkep gibi akıp sıvaşmış bir koyu ağaç gölgesi. Önümüzdeki oymalı demir parmaklıklar arkasından yosunlu bir rıhtım görünüyor. Bu rıhtımın yenilik ve çentik koğuklarında, köpüklerin, ateşten çekilmiş bir hızda gibi gittikçe kesilerek hışıldadığını bugün bile görüyor ve işitiyorum. Aklımda en fazla kalan, tenteleri sallana çırpına geçen çerden çöpten, dümen tekerleği arkada, yandan çarklı vapurlardır. Bu çarklar o kadar köpük döküyordu ki, asıl işleri yolcu taşımak değil, denizi mütemadiyen döğmek ve köpürtmektir sanıyordum.

Benim işte ilk denizim, bu Boğaziçi deniziydi. Beylerbeyi Camii'nin avlusundan baktığımdan çok renkli, etrafı hep ev bark, saray ve bahçe, pek süslü, oyuncak denizdi. Denizin camiye, caminin denize ne kadar çok yaraştığını, bir cami dekorunun Boğaziçi manzarasını nasıl açtığını, ilk görgü ve bilgi, ilk zevk ve sanat hissi olarak en ufak yaşımda öğrenmiş ve duymuştum. Şimdi ben ve devir, bir cami yaptıracak vaziyette olsaydık ona muhakkak Anadolu kıyısında bir yer seçerdim ve kendisi kadar sularda gölgesini seyrederek keyiflenirdim. Suya vuran akislerde, mehtap ışığı gibi, kusurları örten ve iç hakikati ince peçesine sarıp füsunlaştıran bir hususiyet vardır; Boğaziçi'ndeki ihtiyar güzelliğin de başka yerlerdekinden fazla hoşa gitmesi, analı ve cazibeli oluşu da bundandır. Eski devirlerde bir Deniz Bank Müdürü mevcut olsaydı, hiç olmazsa deniz kıyısında bir cami, bir çeşme yahut bir türbe kurardı. Kübik bir villa değil.

REŞAT NURİ GÜNTEKİN'IN HOCASI

Küçüklüğümde fazla haşarı idim. Mektebe gitmek hemen kabil olmuyordu. Mektebi sevmiyordum. Bir aralık teyzemin oğlu Ruşen Eşref'le beraber bizi Selimiye'deki mahalle mektebine göndermek istediler. İkimizde çok yaramazdık. Hele bir araya gelince adeta kudururduk. Benim Şakir Ağa isminde Kemahlı bir lalam vardı. Harem iskelesinin eski kayıkçısı olan Şakir Ağa göğüs darlığına uğramış, hafif hizmet olarak bana lala olmuştu. Hele Ruşen'le beraber olduğum zaman bizi idare etmek, anafora akıntıya kayık idare etmekten daha kolay değildi. Bizi büyüttükten sonra memleketine gidip ölen biçare adamın, Allah bilir ama galiba biz kanına girdik.

Şakir Ağa bizi akşama kadar cami avlusunda mektep kapısında beklerdi. Bu pek az devam etti. Bilmem nasıl lalayı kandırdık. Çantamıza yiyecek doldurur mektepten kaçardık. Hocamız galiba bizden bıkmış olduğu için göz yumar, evdekiler bir şey demezlerdi.

Bağdat Caddesini tutturup da Göztepe'ye kadar sık sık olurdu. Yol üzerinde Selami Çeşmesi vardır ki, ne zaman önünden geçsem gülerim… Aklımda kalmayan bir aksiliğimiz üzerine lalam ayağından kundurasını çıkararak çalkalamış, bize bir kundura su içirmişti. Muntazam tahsile İzmir'de Frerler mektebinde başladım, ilk ve ondan sonraki tahsilimin arkasından yüksek tahsilimi de Darülfunun Edebiyat şubesinde gördüm.

HOCAMIZ MEHMET AKİF, HAKLI!

(Reşat Nuri, Darülfünun'un birinci sınıfında öğrenci iken yeni öğretmenleri Mehmet Akif sınıfa girer.)

Derken kapı açılıyor; içeriye orta boylu, kara top sakalı, kalender bir zat giriyor. Şemsiyesiyle lastiklerini kapının arkasına bıraktıktan sonra talebe sıralarına gideceği yerde muallim kürsüsüne doğruluyor. O zaman yanımdaki arkadaştan öğreniyor ki bu zat edebiyat muallimimiz Mehmet Akif'tir.

(Akif derslerinde manzumeler yazdırıp izah eder. Bu ders işleniş şeklini o zaman basit bulan Reşat Nuri, daha sonra yazdığı makalede hocasını haklı bulur)

Aradan geçmiş bunca senden sonra anlıyorum ki Akif o zaman bizim için yapılacak şeylerin en iyisini yapmıştır. Onun sağlam mantığı, samimi ve pratik zekâsı, çürük temel üzerine kurulacak nazariyelerin boşluğunu anlamış, bir hoca için en iyi usulün planı-programı bir yana bırakarak talebeyi hangi seviyede bulursa oradan alıp yürütmek olduğunu gayet iyi takdir etmiştir. (Tanzimattan Günümüze Edebiyatçılarımızın Çocukluk Anıları, M. Nuri Yardım)

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN