Arama

  • Anasayfa
  • Yaşam
  • Kırk yıllık hatırın asırlar aşan öyküsü: Türk Kahvesi

Kırk yıllık hatırın asırlar aşan öyküsü: Türk Kahvesi

Türkiye'de hiç yetişmeyen bir ürün olduğu hâlde pişirilme yöntemiyle dünyaca ünlü bir lezzet olan Türk kahvesi, kültürümüzün zengin bir birikimi olarak hayatımızda önemli bir yer tutuyor. Çekirdeklerine "siyah inci" denilen ve bir fincanının kırk yıl hatıra sahip olduğu Türk kahvesi, geçmişte kırk farklı demleme yöntemiyle ikram ediliyordu. Osmanlı'nın Arap Yarımadası'ndan Avrupa'ya aktardığı "kahve kültürü"nün geçmişini sizler için derledik.

Kırk yıllık hatırın asırlar aşan öyküsü: Türk Kahvesi
Yayınlanma Tarihi: 31.10.2017 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 31.10.2017 12:34

KAHVENİN KÖKENİ

Kahvenin kökeni Arap yarımadası olarak biliniyor. İlk bilgiler 10'uncu yüzyılda bir Arap doktoru olan Rhazes'e uzansa da, kahvenin kullanımının 575 yıllarında başladığı tahmin ediliyor. Bazı araştırmacılara göre, kahve adının kahvenin üretim beşiği olan Güneybatı Etiyopya'nın Kaffa şehriyle ilgisinden geliyor. Farklı düşüncelere göre ise, Arapça'da şarap anlamında kullanılan kahva zamanla "kahve"ye dönüşür. "Kara inci" de denilen kahve, Yemen'den Mekke ve Medine'ye oradan 15'inci yüzyıl sonunda seyyâhlar vasıtasıyla İran, Mısır, Türkiye ve oradan Avrupa ülkelerine yayıldı.

OSMANLI'NIN KAHVEYLE TANIŞMASI

Kahvenin Osmanlı İmparatorluğu'na gelişi konusunda birkaç rivayet vardır. Birincisine göre, 1554 yılında Suriyeli iki girişimci tarafından (Halepli Hukm ile Şamlı Şems) İstanbul'a getirilmiştir.

Diğer hikayeye göre ise 1517 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul'a getirmiştir. Yemen Valisi Özdemir Paşa, böylelikle Yemen'den getirdiği kahveyi saraya taşıyor. Türk kahvesini, sarayın görkemli salonlarında, 40 kişilik kadrolu kahveci ustaları tarafından özenle Sultan'a servis ediliyor. Harem'de cariyelere doğru kahve pişirme dersleri başlıyor.


Fernand Braudel, kahvenin Osmanlı'da ilk defa 1511 tarihinde kullanılmaya başlandığını iddia ederken. Peçevî İbrahim Efendi, kahvenin İstanbul'a ilk defa 1555 yılında girdiğini ve bu tarihten önce Rumeli'de kahve ve kahvehanenin bilinmediğini yazar. Peçevî de ve Gelibolulu Ali Mustafa Efendi'de geçtiği şekliyle; Halepli Hakem (Hekim) adında bir herif ile Şamlı Şems adında bir zarif İstanbul'a gelerek Tahtakale'de büyük bir dükkân kiralayıp kahve satmaya ve kahvehane işletmeye başlarlar. Miladî 1551 yılına tarihlenen bir başka metinde ise; Kahve-hâne mahall-i eğlence, Sene 959 ibaresinin yer aldığı görülür.

Kâtip Çelebi (1609-1657) ise, 1543 yılında gemilerle İstanbul'a kahve geldiğini ve İstanbul ahalisinin kahveyle tanıştığını kaydeder. "Aslı Yemen diyarından çıkıp tütün gibi dünyaya yayıldı. Kimi şeyhler Yemen dağlarını mesken edinip dervişleriyle bir tür ağaç yemişi bulup kalb ve bûn dedikleri taneleri dövüp yerlerdi ve kimisi de kavurup suyunu içerdi. Riyâzat ve sülûke uygun ve şehveti kesmeye elverişli soğuk ve kuru gıda olduğundan Yemen ahalisi birbirinden görüp şeyhler ve sûfîler ve başkaları kullandılar."

Anadolu'da kahvenin 13. yüzyılda dahi bilindiğini iddia eden bazı araştırmacılar ise, iddialarını Mevlana'nın (öl. 1273) Divan-ı Kebir'indeki; "Devletimiz geçim devleti, kahvemiz arştan gelmede, meclise badem helvası dökülmüş, saçılmış." beytiyle destekliyor. Ortaçağ Arap leksikografları ise, kahwah sözcüğünün "bir çeşit şarap" anlamına geldiği konusunda hemfikirler.


Zamanı, mekânı, kaynağı hakkındaki bilgiler kesin olmasa da; kahvenin Yemen'den yola çıktıktan sonra Cidde'ye, ardından Süveyş ve Mısır'a, oradan da gemilerle başta İstanbul olmak üzere İzmir, Selanik, Payas, Yafa, Akka, Trablusşam, Sayda ve Antalya gibi diğer Osmanlı şehirlerine de ulaştığını söyleyebiliriz. Gemilerle uzun bir yol kat ederken zembillerin içine konan, üstü ferde ile sarılan ve onun da üstü çulla örtülen kahve bin bir zahmetle rutubetten korunarak payitahta getirilirdi.

Saray teşkilatına "kahvecibaşı" tahsis edilirdi. Günden güne daha fazla önem arz ediyordu ki, padişahın içeceği kahvenin suyu bile özel olarak Eyüp tepesi civarındaki Gümüşsuyu'ndan getiriliyordu.

SARAYDA KAHVE TİRYAKİLİĞİ

Osmanlı Hanedanı da tiryakisi olmuştur bu kara incinin. Sarayda 40 kişilik kadrolu özel kahve ustaları, Sultan ve misafirleri için özenle hazırlar Türk Kahvelerini. Saray ve konaklarda kahve sunumu 4 kişi ile yapılırdı. Kahveci başı en önde sırmalı bir havlu ile, arkasında boş fincanları ve su bardağını tepside taşıyan bir kahveci, bir arkasında sol eli ile güğümü taşıyan bir kahveci ve en son da ise boş tepsi ile diğer bir kahveci sıraya dizilirlerdi. Üçüncü sıradaki kahveci elindeki güğümden, ikinci sıradaki kahvecinin elindeki tepside bulunan boş fincanlara kahveyi dökerdi, baş kahveci ise bu fincanı alır Sultana sunardı. Kahve şekersiz olarak demlenir, kahvenin yanında bir bardak su ve lokum sunulurdu.


Sarayda kahve tiryakiliği haremi de sarar, cariyeler kahve demleme dersleri alırlardı. İçimi güzel olan kahvenin hazırlaması zahmetliydi. Yeşil çekirdek olarak alınan kahve, tavalar üzerinde kavrulur, buradan ahşap soğutma kaplarına boşaltılırdı, el değirmenleri ile veya dibekte dövülür sonra kömür ateşinde veya odun ateşinde demlenirdi. Günümüze sade, orta ve şekerli olarak gelen türk kahvesinin eskiden 40 yakın demleme çeşidi vardı.

KAHVE KOKULU TAHMİS SOKAK

Türkler tarafından bulunan yepyeni demleme metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk Kahvesi adını aldı.
İlk olarak 1554 yılında Tahtakale'de açılan ve tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk kahveyle tanıştı. Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurdu.


İstanbul'un şehir hayatına kahvehanelerle damga vuran kahve, bir sokağa da kahve pişirilen yer anlamına gelen Tahmis kelimesiyle adını verdi. İstanbul'a yolu düşen tüccarlar ve seyyahlar gerekse Osmanlı elçileri sayesinde Türk kahvesinin ünü başka diyarlara ulaştı.

"KARA İNCİ"NİN AVRUPA SERÜVENİ

Osmanlı'nın Fransa'ya 1669'da elçi olarak atadığı Kolbaşı Müteferrika Süleyman Ağa'ydı. Süleyman Ağa ile ilk kez bir Osmanlı erkeğini gören Avrupalılar, süpergücün temsilcisi olan bu kişiye daha yakın olabilmek, hatta ona benzemek için birbirleriyle adeta yarıştı. Fransa Kralı XIV. Louis bile buna kendini kaptırmış olacak ki Süleyman Ağa'yı elmas süslü bir kıyafetle karşıladı, onuruna eşi benzeri görülmemiş bir davet verdi. Kralın düşük rütbesini sonradan öğrendiği Osmanlı elçisini mutlu etmek için yaptıkları o kadar gülünçtü ki Moliere 'Kibarlık Budalası' isimli eserini bu olayı anlatmak için yazdı. Sohbetiyle herkesi kendine bağlayan Hoşsohbet Nüktedan Süleyman Ağa sayesinde Fransızlar Türk kahvesiyle tanıştı.


TÜRK KAHVESİ GİBİ KAHVEHANELER DE AVRUPA'DA

Kahvehane kültürünün batıya taşınmasıyla ilgili bir rivayette de Osmanlı'nın Avusturya ile olan sık münasebetleri sırasında (Muhtemelen Viyana kuşatması esnasında) tercümanlık göreviyle Osmanlı çadırında bulunan Leh Yahudisi Kolschitzky, kahve ile burada tanışır ardından Osmanlı'dan alınan ganimetler arasında herkesin deve yemi zannetiği kahve çuvallarını satın alarak bugün Viyana'nın yerel kahvesi olarak bilinen Melange kahvesini bulur ve şehirde ilk kahvehaneyi açar.


KURUKAHVECİ MEHMET EFENDİ

Sanatçılarla dolup taşan kahvehaneler ve kahvenin ilham verdiği eserlerle kahve tam bir kültür halini alır. Bir kültürün yanında ayrıca ticari bir kaynak da olan kahveye İstanbul'da baba mesleğiyle 1871 yılında işin başına geçen Mehmet Efendi, çiğ kahveyi kavurup dibeklerde öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başlar. Böylece İstanbul Tahmis Sokakta taze kavrulmuş, kahvenin kokusu da çevreye yayılır. Kahveyi öğüterek ilk kez hazır olarak kahveseverlere sunan Mehmet Efendi, bu yenilik ve kolaylıkla kısa sürede tanınarak "Kurukahveci Mehmet Efendi" olarak anılır.


GÜNLÜK HAYATIMIZDA TÜRK KAHVESİ

İngilizlerdeki çay saati geleneği gibi, Türk kahvesinin içilmesi hususunda da bir zaman kavramı oluşur. Genellikle sabah ve öğlen öğünleri arasında içilir. Türkçe günün ilk öğünü anlamına gelen "kahvaltı" sözcüğü kahve içimi öncesi yenen şeyler demektir. Günlük hayatımızda Türk kahvesi; arkadaş sohbetlerine refaket eder, işlerin azaldığı saatlerde yorgunluğu alır, kız isteme meclislerinde vazgeçilmezdir, köpüksüz olması hoş karşılanmaz. İslami olarak uygun bulunmasa da gelecek adına çıkarımlarda bulunmak için kahve falı bakma toplumumuzda hayli yaygındır. En önemli ifadeyle; kırk yıllık hatrı olan Türk kahvesi birçok sebeple hayatımızın merkezine oturmuştur.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN