Geçilemez sanılan çölü aştı: Yavuz Sultan Selim

Yayınlanma Tarihi: Nisan 24, 2018 00:00 Güncelleme Tarihi: Nisan 24, 2018 18:12

Doğu’ya yaptığı fetihlerle ve kişiliğiyle Osmanlı Devleti’nin en önemli padişahlarından biriydi Yavuz Sultan Selim. Çok iyi at biner ve kılıç kullanırdı. Ok atmada ve yay çekmede ise adeta ustaydı. Şehzadelik yıllarında çok iyi eğitimlerden geçen Yavuz, “geçilemez” sanılan Sina Çölü’nü o günün şartlarıyla 13 günde aştı! 506 yıl önce bugün tahta çıkan Yavuz Sultan Selim’in, fetih ve tevekkülle geçen hayatı…

Geçilemez sanılan çölü aştı: Yavuz Sultan Selim

İDARECİLİĞİ TRABZON'DA ÖĞRENDİ

Osmanlı Devleti'nin 9'uncu padişahı ve 88'inci İslam halifesi Yavuz Sultan Selim, 10 Ekim 1470'de doğdu. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi Gülbahar Hatun'dur.

Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Sert tabiatlı ve cesurdu. İyi bir eğitim gördü.

Babası Sultan İkinci Bayezid, padişah olduktan sonra, askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için, Şehzade Selim'i Trabzon Sancağına vali olarak tayin etti.

GÜRCÜLERİN AKINLARINA KARŞI GELDİ

Şehzade Selim, Trabzon'da devlet işlerinin yanında, din ve fennî ilimle uğraşır, büyük âlim Mevlâna Abdülhalim Efendi'nin derslerini takip ederdi. Trabzon'u çok güzel idare eden Şehzade Selim bu arada komşu devletlerle de ilgilendi.

Devlet hayatının bu ilk safhasında bile Müslümanlara hayranlık ve rahatlık; düşmanlara ise, müheykel endamı ve müthiş iradesi ile korku ve dehşet vermişti.

Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. En önemlisi olan Kütayis Seferinde Kars, Erzurum ve Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına kattı (1508). Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi Müslüman oldular. 1512 yılında tahta çıktı.

İYİ BİR SAVAŞÇIYDI

Çok güzel ata biner, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanırdı. Güreşmekte, ok atmada ve yay çekmede ustaydı. Savaştan hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti.

Mütevazı bir kişiliği olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı.

Yavuz Sultan Selim, 22 Eylül 1520'de, "Aslan Pençesi" denilen bir çıban yüzünden henüz elli yaşında iken vefat etti.
SEKİZ YILA SEKSEN YIL SIĞDIRDI

Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Kanûnî Sultan Süleyman, Fatih Camii'nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirdi.

Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim'i, sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler. Kanuni Sultan Süleyman, Hatice Sultan, Fatma Sultan, Hafsa Sultan ve Şah Sultan, Yavuz Sultan Selim'in çocuklarıdır.

623 senelik muhteşem Osmanlı İmparatorluğu'nun Yavuz Sultan Selim'e ait olan kısmı, sadece sekiz seneydi. Onun bu kadar kısa bir zaman içinde elde ettiği başarıları akla sığdırmak neredeyse imkânsız.

ŞAH İSMAİL'İN AMACINI FARK ETMİŞTİ

Trabzon'un İran'a yakınlığı sebebiyle Şah İsmail'in ümmet hakkındaki menfur emellerini çok iyi biliyordu. Ona karşı köklü ve müessir tedbirler almanın mecburiyetini daha şehzadeliğinde kavramıştı.

Fakat Şah İsmail'le mücadelenin -kendisi için- şehzadelik sıfat ve salahiyetleri ile mümkün olmayacağını düşünerek bir an önce Osmanlı tahtına geçmek ihtiyacını hissetmişti. Bu sebeple kardeşleri Şehzade Ahmed ve Şehzade Korkut'u bertaraf ederek 1512'de Osmanlı Sultanı oldu.

Yavuz, malum ve meşhur celadetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince ruhlu bir insandı. Devletin bekası için bertaraf etmeye mecbur kaldığı kardeşi Korkut'un tabutunun altına girmiş ve "Ey kardeşim! Ne sen böyle yapsa idin, ne de ben böyle yapmak mecburiyetinde kalsaydım!" diyerek ağlamıştı.

ANADOLU'DA MÜSLÜMANLARIN BİRLİĞİNİ SARSIYORLARDI

Yavuz, babasını, yılda iki milyon akçe tahsisatla Gümülcine'ye büyük bir hürmet göstererek yolcu etti. Onu faytona bindirdi. Kendisi de yanında yürüyerek, II. Bayezid Han'ı uğurladı. Babası vefat ettiğinde, naaşını İstanbul'a getirtip, Bayezid Camii'nin önüne bir türbe yaptırarak oraya defnettirdi.

Yavuz Sultan Selim Han, tahta geçer geçmez, süratle icraata başladı. O sıralarda Azerbaycan, Irak ve İran'ı eline geçirmiş olan Şah İsmail, Anadolu'yu tehdit eder bir duruma gelmişti. Şiiliği kullanarak devamlı fitne çıkartıyor, Müslümanların birliğini sarsıyordu!
YAVUZ SULTAN SELİM'İN İRAN SEFERİ

Yavuz Sultan Selim topladığı olağanüstü divanda, Şah İsmail'in tehlikeli faaliyetlerini uzun anlattı. Divan, çetin müzakerelerden sonra, İbn-i Kemal Paşa'nın fetvası ile İran'a sefer kararı aldı.

Yavuz, 20 Nisan 1514'de Üsküdar tarafına geçerek ordu-yi hümayun ile İran seferine çıktı. Şah İsmail, yiğitlik muktezası olarak er meydanına davet edildi. O ise, daima kaçtı. Safevî topraklarına girildi.

Şah İsmail, devamlı geriye doğru kaçıyordu. Asker, bu uzun yolculuktan usandı; ikmal azaldı. Orduda birçok kimse, "Şah İsmail kaçtı. Bu bile zaferdir. Artık geriye dönelim" deyip, isyan çıkarmaya başladı. Hatta bunlar, Yavuz'un çadırına ok atacak kadar ileri gittiler.

YAVUZ'UN İSYANCI ASKERLERE YAPTIĞI KONUŞMA

Bunun üzerine Yavuz'un, çadırından çıkarak isyancı askerlere karşı îrad ettiği nutuk, harp tarihinin şaheserlerindendir.

Yavuz bu nutukta, "henüz hedefe varılmadığını, seferden asla dönülmeyeceğini, cihat için yapılan bu seferden, ancak kadınlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın ardınca gelmesini isteyip, tek başına dahi olsa savaşacağını" gür sesi ile ifade etti.

"İsteyenler, karılarının yanına dönüp entarilerini giyebilirler! Ben düşmana karşı tek başıma da gidebilirim!" dedi ve atını mahmuzladı.

KEFENİNİ BOYNUNDA TAŞIYAN SULTAN

Yavuz, şehzadeliğinden beri kefenini boynunda taşıyan bir cengâverdi. O anda binlerce ok ile şehit olabilirdi. Onun tevekkül, teslimiyet ve her çarenin Allah olduğunu idrak etmesi, bir anda hadisenin seyrini değiştirdi.

Yavuz'un yüreğinden boşalan bu nutuk, askerin gönlünü bir çağlayan gibi coşturdu. Çaldıran Ovası'na doğru yeniden taze bir azim ve müthiş bir hamle gücü ile varıldı. Şah İsmail perişan bir şekilde mağlup oldu. Karısını ve tahtını harp meydanında bırakarak kaçtı.

Selim Han, Tebriz'e girdi. Dört halifeyi zikrederek kendi adına hutbe okuttu. Tebriz'deki ilim ve sanat erbabına büyük ilgi gösterdi. Onları İstanbul'a davet etti.

O yıl Selîm Han, bölgedeki fetihleri tamamlamak için kışı, Azerbaycan'daki Karabağ'da geçirdi.

İstanbul'dan Tebrîz'e kadar 2.500 kilometrelik bir mesafeyi, birçok ikmal zorlukları ile ve yaya olarak aşıp parlak bir zafer kazanmak, tarihte eşine çok az rastlanan hadiselerdendir.
MUHYİDDİN İBNÜ'L ARABİ'NİN KERAMETİ

Yavuz, Güneydoğu Anadolu'yu zarif bir siyasetle harpsiz olarak ülkesine ilhak etti. Şam'a girince, Muhyiddîn İbnü'l Arabî'nin bir kerameti zuhur etti.

O sağlığında, "Sîn, Şın'a girince benim kabrim bulunacaktır" buyurmuştu. Nitekim Selim Hanın Şam'a girişi ile Muhyiddîn İbnü'l Arabî'nin kabri keşfedildi.

HASAN AĞA'NIN RÜYASI

Bir gün Yavuz sırdaşı Hasan Can'ı, huzuruna çağırttı. Sohbet esnasında ona, "Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rüya gördün?" diye sordu.

Hasan Can, anlatmaya değer bir rüya görmediğini söyleyince Yavuz ona, "İnsan bütün bir gece uyur da hiç rüya görmez mi? Herhalde bir rüya görmüşsündür" diye ısrar etti.

Bir şey hatırlayamayan Hasan Can mahcup oldu. Daha sonra bir vesile ile rüyayı Kapı ağası Hasan Ağa'nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:

"Bu gece Harem dairesi nur yüzlü kimselerle doldu Sultânın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zatın elinde Sultânımızın sancağı vardı. O zat bana dedi ki:
-Biz neye geldik, bilir misin?
Ben de:
-Buyurun!" dedim.
Bunun üzerine:
-Şu gördüğün mübarek kişiler, Resûlullah Efendimiz'in ashabıdır. Hepimizi Resul-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selim Han'a selam söyledi ve buyurdu ki, "Harameyn'in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!.." Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddık, diğeri Ömer-u'l-Faruk, bir diğeri de Osman-ı Zinnüreyn'dir. Ben de, Alî bin Ebî Talibim. Bunu hemen varıp Selîm Han'a müjdele, dedi ve aniden hep birlikte gaib oldular."

Hasan Can, Hasan Ağa'nın rüyasını Sultana aynen nakletti. Padişahın mübarek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak, "Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me'mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasibini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır…" dedi.

Sonradan anlaşılana göre, meğer Sultan da o gece aynı rüyayı görmüştü.

GEÇİLEMEZ SANILAN ÇÖLÜ AŞAN SULTAN

1516'da Mısır seferine çıktı. Yavuz, Memluklerden daha önce İran'a yardım etmeyeceklerine dair ahit almıştı. Onlar, bu ahdi bozdukları için üzerlerine yürüdü. Memluk ordusu ile Mercidabık Ovası'nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlup etti.

Ancak, bu zaferin ikmali için Mısır'a ulaşması stratejik bir zaruretti. Bunun içinse, 2.500 kilometrelik bir mesafeyi, Sîna Çölü'nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi hiçbir zayiat vermeden, herhangi bir ikmal güçlüğü çekmeden on üç günde başardı.

Büyük bir askerî deha sayılan Napolyon bile, Yavuz'dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardı. Birinci Cihan Harbi'nde, yeni tekniğin verdiği imkânlarla bile bu çölün, ancak on bir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz'un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.

Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dair büyük tereddütler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz cehennem; gece ise, bir buz diyarı idi. Gün içinde artı 50 ile eksi 20 arasında değişen bir iklime sahipti.
"ÖNÜMÜZDE PEYGAMBER EFENDİMİZ YÜRÜYOR!"

Lakin Yavuz'un azmi ve kat'î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi, "Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan, niye atından indi, yürümeye başladı?" diye fısıltılar başladı. Bu dehşet içinde askerî erkân da, atlarından inip, onlar da yürümeye başladılar.

Paşalar, Yavuz'un arkadaşı Hasan Can'a "Ne olur Hünkâra sor. Bu acep ne iştir?" dediler.

Hasan Can, Yavuz'a merakla, bu halin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz, "Hasan görmüyor musun, önümüzde Allah Resulü Fahr-i Kâinat Efendimiz yürüyor!" dedi.

On üç günde bu korkunç çöl, bir bulutun altında, Allah Resûlü'nün ruhaniyetleri ile geçildi. Mısır fethedildi. Yavuz, 22 Ocak 1517'de Memlukleri, Ridaniye'de tekrar mağlup etti ve bu suretle Mısır kesin olarak fethedilmiş oldu.

MISIR'IN FETHİNE DENK ÂLİM ŞEHİT

Yavuz Sultan Selim, Memluk Sultanının cenazesini bizzat omuzlarında taşıdı. Mısır'a girmekle iş bitmedi. Memluk askerleri, dehşet saçan sokak muharebeleri ile mukavemet ediyorlardı.

Memluk fedaileri, kendilerine Yavuz'u hedef seçmişlerdi. "Yavuz'u öldürür isek, harbi kazanırız" inancı içindeydiler. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz'a arz etti.

Yavuz'un elbiselerini giydi. Fedaileri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip, fedaileri bertaraf edinceye kadar Sinan Paşa şehit oldu.

Yavuz, Mısır'a girerken, çok mahzun idi. "Mısır'ı aldık, lakin Sinan Paşa'yı kaybettik!.." diyordu. Bu sözleri ile âlim bir mücahidin kaybını, bir Mısır fethine denk görüyordu. Yahya Kemal, bu hicranı şu şekilde ifade eder:

"On Mısr'a bir Sinan bedel olmazdı ey kaza
Kudretlu padişahı bu hal etti telh-kam"

(Ey kaza! Sinan Paşa gibi âlim bir devlet adamına on tane Mısır ülkesi bile bedel olamazdı,
işte bu durum -Sinan Paşa'nın feda edilmesi-, kudretli padişahı çok üzmüştür)

MÜTEVAZI BİR HÜKÜMDARDI

Yavuz Sultan Selim Han, 15 Şubat 1517'de parlak bir merasimle Memluklerin sarayına girdi. Devrin vakanüvisi, halkın, Yavuz'u Kahire'de karşılayışını şu şekilde anlatır:

"Halk, Yavuz'un ihtişamını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuş idi. Yavuz'u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengâverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevazı bir şekilde yürüyordu. "

SELİM'İN SARIĞININ SIRRI

20 Şubat Cuma günü, Melik Müeyyed Camisi'nde okunan hutbede hatibin kendisinden "Hakimü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn" diye bahsetmesi üzerine yaşlı gözlerle itiraz etti.

Hatîbin ifadesini, "Hadimu'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn" olarak düzeltmesini istedi. Bunun üzerine halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hadimu'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn'liğini ifade etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.

Derlenmiştir.

Fikriyat

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
>