Arama

Osmanlı kahramanları: Tulumbacılar

“Yaman geliriz yaman gideriz” naraları ve cesaretleri ile bir dönem ahşap evlerin saltanat sürdüğü İstanbul’u yangınlardan koruyan ve semt sakinlerinin yiğitlik, şeref ve namusunun timsali tulumbacıların, itfaiye teşkilatına dönüşme yolculuğu 1925 yılında bugün başlamıştı.

Osmanlı kahramanları: Tulumbacılar
Yayınlanma Tarihi: 25.9.2017 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 25.09.2017 16:59

1720 senesine kadar İstanbul'da çıkan yangınları, yeniçeriler söndürürlerdi. On sekizinci asrın başlarında yangın söndürmek için tulumba yapıldı ve Tulumbacı Ocağı kuruldu. 1869'da belediye merkezlerine, mahallelere tulumbalar verilerek semt tulumbacı ocakları, bir kaç sene sonra da itfaiye alayları kuruldu. 1923'ten sonra itfaiye teşkilatı, belediyelere devredildi.

"Tulumbacıların reisi yangını haber veren köşklüye "Oğlan mı, kız mı?" diye sorardı. İstanbul yakası için "oğlan", Beyoğlu yakası için "kız" denirdi."

1720'DE İLK KEZ KULLANILDI

Osmanlı Devleti'nde yangın söndürme teşkilâtı ve tulumba, 18'inci yüzyıl başında donanmayla katıldığı Venedik seferinden (1715) dönüşte ihtida eden ve Fransız asıllı bir mühendis olan Gerçek Dâvud (David) tarafından 1132'de (1720) ilk kez kullanıldı.

Tulumbacılık aslında bir tür şehir kabadayılığıydı. Mintanları, rütbe alâmetleri, kahvehane ve koğuş muhabbetleri, keçe külâh, yalın ayak ve dizlik fanila şahbazlığı, pırpırlığı ile zamanın gençlerini sarmış bir heves halini almıştı. İstanbul tulumbacılığı ile ilgili kısa bir zaman içinde zengin bir edebiyat, türlü adetler, merasim ve zengin bir argo doğdu. Tulumbayı sırtlarında taşıyanlara uşak, tulumba takımının ağası ve yol göstericisine fenerci denirdi. Borucu, su sıkılan boruyu taşır ve alevlere su sıkardı. Kökenci ise borucunun kullandığı boruyu tutarak düşmemesini sağlar, hortumcu da hortumları kullanırdı.

"KÜLHANBEYİ, BIÇKIN, SERSERİ"

İtalyanca "tromba" (boru, borazan) kelimesinden gelen tulumba bir tür basit yangın söndürme düzeneği olarak biliniyordu. Zamanla onu kullananlar bu ünvanı alarak bir tulumbacı esnafı oluşturdu. 17'inci yüzyılda Osmanlılar'da gemilere dolan suyu tahliye edenler de bu tulumbacı esnafı oldu. Daha sonraları bu kavram kendini suyu tahliye eden değil de ateşi söndürmek üzere taşıyıp pompalayan zümreyi niteleyen bir anlam kaymasına uğradı. 19'uncu yüzyılda bunun yanı sıra "külhanbeyi, bıçkın, serseri" gibi anlamlar da türedi.

Yangınlara tulumbayla müdahale Avrupa'da giderek yaygınlaştı. Osmanlılar 'da aynı dönemde evlerde çatıya kadar uzanan merdivenlerle su dolu fıçılar bulundurulması ve bunun yasakçılar tarafından kontrolü gibi birtakım önlemler alınıyordu. İstanbul'da meydana gelen yangınlar yeniçeri kolluklarındaki neferler, sakalar, baltacılar ve halk tarafından söndürülüyordu.

İLK KEZ FRANSIZ ASILLI BİR MÜHENDİS KULLANDI

Osmanlı Devleti'nde yangın söndürme teşkilâtının kurulması ve tulumbanın kullanılması, 18. yüzyıl başında donanmayla katıldığı Venedik seferinden (1715) dönüşte ihtida eden ve Fransız asıllı bir mühendis olan Gerçek Dâvud (David) tarafından 1132'de (1720) gerçekleştirildi.

Temmuz 1718'deki Tüfenghâne ve ardından Tophane yangınlarında tulumba ile yangına müdahale eden ve hizmeti büyük takdir toplayan Gerçek Dâvud Ağa'yı Sadrazam Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa 1720'de Tulumbacı Ocağı'nı teşkil etmekle görevlendirdi. Dâvud Ağa ölümüne kadar tulumbacıbaşılık vazifesini yürüttü.

"23 Ağustos 1908 pazar günü, Fatih Çırçır'da Arabacı Mehmet Ağa'nın kirada oturduğu hanede yangın çıktı. Kamineto ile kahve pişirilirken alev alan ispirtonun sebep olduğu yangın, şiddetli rüzgârın tesiriyle bitişik nizam ahşap evlerin birinden ötekine sıçramış, kısa sürede yedi-sekiz kola ayrılarak Çırçır'dan Sofular'a, Büyük Karaman'dan Saraçhanebaşı'na uzanan geniş bir alanı tarumar etmişti. İstanbul, 1870 Büyük Pera Yangını'ndan sonra tanık olduğu en büyük yangın afetiyle karşı karşıyaydı." (Toplum ve Bilim)

"AYAĞI KOŞARLI, UÇARLI" OLANLARDAN SEÇİLİRDİ

Tulumbacılar, acemi oğlanların sağlam ve çevik ("ayağı koşarlı, uçarlı") olanlarından seçilirdi. Yangına müdahale esnasında başlarına üzerinde kendilerine ait numara bulunan çorba tasına benzer bakırdan bir miğfer (yangın tası) giyerlerdi. Yangın dışında günlük kıyafetleri sarık, "kartal kanat" denilen kırmızı kaput ve ayakta kırmızı bir yemeniydi, baldırları ise çıplaktı (baldırı çıplak).

Tulumbacılık hizmeti başlangıçta sadece Yeniçeri Ocağı'na bağlı bir askerî birlik tarafından görülürken zamanla Topkapı Sarayı'nda ve Tersane'de bostancıbaşıya bağlı birer tulumbacı ocağı kuruldu. 1724'te ocaktaki nefer sayısı artarak 150'ye, 1755'te 461'e ulaştı. 18'inci yüzyıl sonlarında bütün devlet kurumlarında birer tulumbacı takımı teşkil edilince 1804 yılı itibariyle merkezdeki toplam sayıları 531'e yükseldi.

SANDALLARA TULUMBALAR MONTE EDİLDİ

Bir Fransız tarafından imal edildiği için "didon" olarak adlandırılan ilk tulumbalar çok hantaldı ve 120 kilodan ağırdı. Taşıma güçlüğü sebebiyle zamanla "didon bozması" denilen daha hafif emme-basma tulumba modelleri geliştirildi. İstanbul'un çeşitli semtlerinde yangına müdahaleyi kolaylaştırmak amacıyla bostancı ocaklarından sonra Temmuz 1798'de humbaracı ve lağımcı ocaklarında da itfaiye teşkilâtı kuruldu. Ayrıca küçük yangınlara süratle müdahale için şehrin çeşitli semtlerine kolluklar konuşlandırılırken, deniz aşırı yangınlara müdahale için "ateş kayıkları" denen sandallara tulumbalar monte edildi.

İSTANBUL'DA ÜÇ YANGIN KULESİ

İstanbul'da yangın gözetlemek üzere ilki 1750'de inşa edilen ve Beyazıt, Galata, Vaniköy'ün arkasında İcadiye'de olmak üzere üç yangın kulesi bulunmaktaydı. Yangın kulelerden görülmüşse gündüz bir kırmızı/sarı bayrak veya iki yana sepet asılırdı. Yangın gece vuku bulursa kırmızı bir fener ve maytap yakılarak İcadiye Kulesi'ne bildirilir, oradan top atılarak bütün İstanbul'a duyurulurdu. Bu amaçla kulelerden davul çalındığı dönemler de olmuştur. Yangın duyurulduktan sonra seraskerlik binasının avlusunda bulunan Harîk Köşkü'nde yangını gözetlemeye memur, "köşklü" adı verilen nöbetçi ulaklar durumu mahalle bekçileri ve tulumbacılara haber verirdi.

TULUMBACI KELİMESİNİN YERİNE "YANGINCI"

Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da kaldırılmasının ardından Tulumbacı Ocağı da kaldırıldı. Tıphâne olarak kullanılması kararlaştırılan Tulumbacıbaşı Konağı'nda ve ocakta bulunan tulumbalar seraskerliğe nakledildi. Kısa süre sonra 2 Ağustos 1826'da büyük Hocapaşa yangını çıkınca tulumbacı ocağı tekrar gündeme geldi. Bu sebeple yeni kurulan Asâkir-i Mansûre'ye bağlı yangıncı taburları teşkil edildi. Tulumbacı kelimesinin yerine "yangıncı"nın tercih edilmesi ilkinin yeniçeriliği ve önceki dönemi hatırlatmasındandı. 1827 Eylül'ünde itfaiye hizmetlerinin aksamadan yürütülebilmesi amacıyla yangıncılar bir müdüriyet şeklinde yeniden teşkilâtlandırıldı.

MÜSLÜMAN MAHALLELERİNDE MESCİDLERE KONULDU

Hocapaşa yangını tulumba teşkilâtının süratle ihyasını ve nefer sayısının arttırılmasını zorunlu kıldığından çıkarılan ferman gereği İstanbul halkı her semte, her mahalleye bir tulumba tedarik etti; böylece sonraları çok ün kazanacak olan mahalle tulumbacılığı ortaya çıktı. Bu tulumbalar başlangıçta müslüman mahallelerinde mescidlere, hıristiyan mahallelerinde kiliselere kondu.

TULUMBA TAKIMLARININ İLGİNÇ İSİMLERİ

Tulumbacılık, İstanbul'da gündelik yaşamın ve folklorun önemli unsurlarından biriydi. Tulumba takımlarının isimleri de ilginçti: Toygartepeliler, Çengelköy Türkleri, Hasköy Mûsevîleri, Kazlıçeşmeliler vb. İstanbul gençleri ve özellikle ayak takımından gençler arasında tulumbacılık bir sevda halini alınca pazı kuvveti, pençe ve koşarlı ayak iddiaları başladı ve bir mahallenin tulumba sandığı semt sakinlerinin yiğitlik, şeref ve namusunun timsali oldu. Sadece çevik ve gözü kara tipler olarak değil aynı zamanda semâi, mani ve destan okumakla da ün salan tulumbacılar 19. yüzyıl İstanbul hayatının önemli tiplerinden biriydi.

BİR TÜR ŞEHİR KABADAYILIĞI

Tulumbacılık aslında bir tür şehir kabadayılığıydı. Mintanları, rütbe alâmetleri, kahvehane ve koğuş muhabbetleri, keçe külâh, yalın ayak ve dizlik fanila şahbazlığı, pırpırlığı ile zamanın gençlerini sarmış bir heves halini almıştı.

Tavırları ve kıyafetleriyle İstanbul'un en renkli zümrelerinden biri olan tulumbacılar, İtalyan ressamları Preziosi ve Fausto Zonaro tarafından resmedildi. Edebiyatta ise Nâbizâde Nâzım'ın Zehra (İstanbul 1954) ve Sermet Muhtar Alus'un Onikiler (İstanbul 1999) adlı romanlarının kahramanları yine tulumbacılardır.


(En sağda: Çiroz Ali)

İstanbul tulumbacılığının kısa bir zaman içinde zengin bir edebiyatı, türlü adetleri, merasimi, zengin bir tulumbacı argosu doğdu:

NAMLI BİR TULUMBACI ÇİROZ ALİ

1879'da Defterdar'da doğdu, yetim olarak defterdar tulumbası reisi ve defterdar kahyası İsmail'in himayesinde yetişti. Ayakları koşarlı bir tulumbacı olduğu kadar tulumbacıların çalgılı kahvehanelerinde güzel sesi ile semai okumada da büyük şöhreti oldu. İnce, uzun boyundan ötürü arkadaşları "Çiroz" yüz güzelliğinden ötürü de İstanbul'un Nazenin hanımları arasında "Kıyakçıgüzeli" lakapları ile anılırdı. 1897'de Bakırköy'ünde dayısının evinde veremden vefat etti. İstanbul'un bir daha göremeyeceği cenaze töreni ile kaldırıldı. Önde tabut ardında 40 tulumba ile yangına gider kıyafette 600 tulumbacı, cenazeyi Bakırköy'den Eyüp'teki Camii kabire 1 saat 45 dakikada getirdiler.

PEYAMİ SAFA'DAN BİR YANGIN HİKÂYESİ

Odanın içinde bir yanık kokusu. Hemen anlar kadın.

"Yusuf, kalk, kalk. Yanıyoruz." Hemen fırlar kadın.

"Şamdan nerede, şamdan?" Mumu yakar.

Oda kapısını açmasıyla kapaması bir olur. Dışarıdan içeriye öyle bir duman saldırır ki, gözlerinin içi yanan kadın "ayy" diye bağırır ve aksırmaya başlar. "Yanıyoruz. Alt kat da tutuştu. Kalkın çocuklar." Fakat nereye kaçacaklar ? Üçüncü kat.

"Yusuf, Yusuf" Adam şaşkın. Sanki direk. Odanın ortasına saplanmış duruyor. "Zehra, baba, çocuklar."

Kadın bir daha kapıya koşuyor. Fakat gene açmasıyla kapaması bir oluyor.

Bu sefer merdivende alev görüyor ve pencereye koşup avazı çıktığı kadar bağırıyor. Komşular uyanıyorlar. Sokakta bir gürültü kopuyor. Her pencereden bir çığlık, aşağıda komşular.

"Cayır cayır yanacağız, imdat !.." diye bağırıyor kadın.

Yalnız karşıki evde, üst kat pencerelerden ona seslenen Koltukçu İbrahim Efendi: "Eda Hanım diyor, sık dişini, şimdi itfaiye gelecek. Çarşaf tutarlar, atlarsınız. Korkma, gelecek itfaiye." Kadın çılgına döner. Babuş ağlar, bağırır. Yusuf'la Zehra'da ses yok. İkisi de put. Eda Hanım bir kapıya, bir pencereye koşar. Sonra kocasının yanına yürür: "Yusuf. Sersem !.. Yaktın bizi. Kim bilir şamdanı nasıl tuttun ? Perde mi tutuştu. Ne oldu ? Yanıyoruz. Hep birden yanacağız şimdi, cayır cayır."

Yusuf, kalbi de var onun; elini göğsüne götürüyor. Nefes alamıyormuş gibi bir hali var. Sokakta gürültü, telaş, kıyamet. Odanın içini korkunç bir sıcaklık kaplıyor. Duman doluyor içeriye. Şimdi tutuşacaklar. Artık gözlerini açamaz oluyorlar. Babuş'un sesi de kesiliyor. Boğuldu mu oğlan? "Evladım, evladım."

Eda Hanım gözlerinin içi yanarak, elinde şamdan, çocuğa doğru koşarken mum sönüyor. Zifiri karanlık. Alt kattan ve merdivenden çatırtılar geliyor. Tutuşan tahtaların çatırtısı. Eda Hanım bayılmak üzereyken itfaiyenin çanlarını duyuyor ve pencereye koşuyor.

"Çabuk, a dostlar, çabuk, yanıyoruz, kül olacağız şimdi." Aşağıdan ona bağırıyorlar. Fakat ne söylediklerini anlamıyor. Eğilip bakıyor. Orta katın pencerelerinden alevler fışkırmakta. Gene haykırıyor, haykırıyor. Koltukçu İbrahim Efendi'nin sesi ona: "Korkma, çarşaf geriyoruz. Önce çocuklar, sonra siz." diyor. "Kim o? Kimsin sen?" "Biz itfaiye. Korkma hanım, önce çocuklar atlasın. Haydi çabuk."

Eda Hanım, yanı başına kadar gelen Babuş'u kapıyor, pencereden aşağı fırlatıyor. Gene aynı ses : "Tamam, kurtuldu o, şimdi öteki." Arkasından Zehra Hanım atlıyor. Sonra Eda Hanım, fakat çarşafın üstüne düşer düşmez bayılıyor."

İslâmansiklopedisi,cilt: 41
TULUMBACI - Yüksel Çelik

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN