Arama

İbn-i Haldun'un nazarından 'Ümran İlmi'

Kadim geleneğimizde kitaplar Besmele, hamdele ve salvele denilen kısımlara yer verirdi. Başka bir deyişle de bu kısımlarda yazılmış olan metin özetlenirdi. Bu kısımda o disipline bağlı kalınarak kitabın temel kavramlarından bahsedilirken geri kalan kısımlarında girişlerin geniş açıklaması yapılırdı. Mukaddime, İbn-i Haldun’un eseri olan İber’in girişidir ve ümran kelimesi ilk burada geçer ve ‘Ümran İlmi’nin temel kavramları burada yer alır.

İbn-i Haldun’un nazarından ’Ümran İlmi’
Yayınlanma Tarihi: 8.12.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 09.12.2018 11:41

"Hamd olsun o Allah'a ki izzet ve ceberut O'nundur. Mülk ve melekȗt (maddi ve manevi âlemler) onun elindedir. En güzel isimler ve vasıflar O'nundur. O ȃlimdir, fısıldaşmaların açıkladığı veya sükûtun gizlediği şeyler bilgisi dışında kalmaz. Kȃdirdir göklerde ve yerde olan hiç bir şey onu aciz bırakmaz, elinden kurtulamaz. O başlangıçta bizi arzdan bir zürriyet olarak yarattı. Nesiller ve milletler halinde bizimle yeryüzünü mamur etti. Topraktan rızık ve kısmet sahibi olmamızı kolaylaştırdı. Ana rahimde ve evlerde bizi korumakta, eceller bizi elden ele vermekte ve bu ecellerin üzerimize çizdiği kitabın(ve kaderin) vakti sınırlı bulunmaktadır. Beka ve sübut ise O'nundur. O, ölmeyen bir diridir."
(İbn-i Haldun, Mukaddime)

Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî veya tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun, 27 Mayıs 1332 yılında Tunus'ta doğdu. Yirmi yaşındayken, Tunus'un yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshak'ın kâtipliğine getirilmesiyle İbn-i Haldun'un çalkantılı siyasal yaşamı başlamış oldu. Bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izledi.

Bir ara Fas Emin Ebu İnan onu bilim meclisine kabul etti. Bu görevdeyken siyasal bir nedenle hapsedildi. İki yıl sonra yönetime getirilen Ebu Salim onu önce sırkatibi, ardından da mezalim dairesi başkanı yaptı. 1362'de İspanya'ya geçerek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed'in hizmetine girdi. Bir yıl sonra emir onu Castilla Kralı Zalim Pedro nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Bir süre sonra Gırnata emirinden izin alarak Kuzey Afrika'ya dönen İbn-i Haldun, Bicaye'de, çok istediği haciplik (başvezirlik) makamına kavuştu; bu arada bir yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürdü.

Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu'l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü Mukaddime'yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Başta Katip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devleti'nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti. Arap dünyasında yeniden keşfedilmesi ancak Arap milliyetçiliğinin gelişmeye başlaması ile oldu. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi".

17 Mart 1406'da görev yaptığı sırada öldü. Yetmiş dört yaşında, Kahire'deki Bâbü'l-Naâr'ın dışında bulunan Sûfi mezarlığına gömüldü.

SOSYOLOJİDE İSLAMİYET

İslam düşünürleri arasında da sosyolojinin temel ilgi alanlarından olan toplumsal yapı ve değişime dair bugün için hâlâ değerini koruyan fikirler ortaya atanlar oldu. Bunlardan gerek İslam dünyasında gerekse Batı'da en fazla tanınanlardan biri şüphesiz İbn-i Haldun (1332-1406)'dur. Kuzey Afrikalı (Tunus doğumlu) düşünür, 19'uncu yüzyıldan itibaren Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük ilgi çekmiştir. Gözleme dayanan deneysel bir zemine oturttuğu çalışmalarıyla, 19'uncu yüzyılda doğacak sosyolojinin habercileri arasında sayılır.

MUKADDİME VE ÜMRAN İLMİ

Kuzey Afrika'daki kısa ömürlü küçük devletlerin gelişme ve çöküş dönemlerine şahit olan İbn-i Haldun, gözlemlerini meşhur eseri Mukaddime'de kaleme aldı. İbn-i Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddime'nin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peş peşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiç bir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Bu görüşleriyle İbn-i Haldun, modern historiografiye (bilimsel tarih yazımı) çok yaklaşan kuramsal-yöntemsel bir tutum sergilemişti.

Toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci neydi? Kuzey Afrikalı düşünüre göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmeli. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardı. İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu belirttiği bu ilme "Ümran İlmi" adını vermişti. Böylece bir taraftan bilimsel tarihçiliğe, diğer taraftan da sosyolojiye oldukça yaklaştı.

İBN-İ HALDUN'A GÖRE SOSYOLOJİNİN KONULARI

İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bu kavimlerin idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat, göçler ve nüfus hareketleri; devletlerin kuruluşu, kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim; bilim, sanat, ticaret; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi.

İbn-i Haldun'un tarih yazıcılığı ve sosyoloji açısından önemi, ilk kez somut tarihsel olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmesi. Orta Çağ İslam düşünürü, nedenselliği tarihe uygulayarak, diğer bir deyişle olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalıştı. Ona göre, tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek ancak böylelikle mümkün olabilmekteydi.

"TOPLUMLAR SÜREKLİ DEĞİŞİM VE ÇATIŞMA İÇİNDEDİR"

İbn-i Haldun, toplumların sürekli bir değişim ve çatışma içinde olduklarını ileri sürer. Devleti de toplumsal bir olay değerlendirir ve inceler. Toplumun kökeni, insanın toplumsal bir varlık olmasına dayanır. Bir arada yaşama zorunluluğu, diğer bir ifadeyle toplum olma durumu, dayanışma ihtiyacından doğmuştur. İnsanlar, doğal zorluklarla baş edebilmek için bir arada (toplum olarak) yaşamak zorundadırlar. Toplumlar arasındaki farklar ise coğrafi şartlar ve iklim koşullarından kaynaklanır.

Bu düşüncelerinden hareketle İbn-i Haldun, iki toplum tipinden bahseder: göçebe toplumlar ve yerleşik toplumlar. Sosyal dinamik, diğer bir deyişle toplumsal değişme, bu iki toplum tipi arasındaki diyalektik çatışmadan kaynaklanır. Yerleşik toplumlar zamanla gevşer ve yozlaşır. Bu toplumlarda yaşayan insanlar zevk ve rahata düşkün hale gelirler. Göçebeler ise daha savaşçıdırlar ve aralarındaki bağ (asabiye) daha kuvvetlidir. Zamanla zenginleşen ve güç kazanan göçebe toplumlar, yerleşik uygarlıklar kurarlar ya da yerleşik uygarlıkları yıkarak yerlerine geçerler.

Göçebe toplumlarda düzeni yaratan sosyal ilişki/bağ veya İbn-i Haldun'un ifadesiyle "asabiye", aynı zümreye mensup olmanın yarattığı dayanışmadan doğar. Bu bağ önce kabiledeki akrabalık ilişkilerinden meydana gelir. Kabile geliştikçe, içine farklı soylar dâhil olunca, asabiye dar anlamda bir akrabalık bağı olmaktan çıkar geniş anlamda bir kavim ve kabile bağı halini alır. Göçebe toplumlarda düzenin kurulmasında, asabiye bağının yanı sıra şeflerin otoritesinin payı da vardır. Şefle kabile üyeleri arasındaki bağ, kendiliğinden doğan ve örfi kurallarla desteklenen bir bağdır. Devlet örgütüne sahip yerleşik toplumların tersine, göçebe toplumlarda şefin emrinde askeri bir güç bulunmaz.

YERLEŞİK DÜZEN DEVLETİ MEYDANA GETİRİR

Toplumun yerleşik bir düzene geçişiyle birlikte devlet doğar. Yerleşik uygarlık sürecine geçişle kabileler (soylar) birbiriyle kaynaşır/karışır ve nüfus artar. Ayrıca toplumda servet birikimi ortaya çıkar. Bu yeni durumda, düzeni sağlamak için asabiye artık yeterli değildir. Merkezi bir baskı ve kontrol aracına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere siyasi iktidar (devlet) doğar.

İbn-i Haldun'a göre devlet, birbirleriyle rekabet ve mücadele halindeki kabilelerden birinin diğerlerine üstün gelmesi ve onlar üzerine üstünlük kurmasıyla başlar. Devlet toplumdan farklı bir kategoridir. Toplum, insanların birbirlerine yardım etmeleri zorunluluğundan doğmuştur. Devlet fikri ise, insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma gereğinin sonucu olarak ortaya çıktı. Devletin ortaya çıkışı sosyal bir olaydır ve tıpkı toplum gibi, bir zorunluluktan ileri gelir.

İBN-İ HALDUN'A GÖRE HÜKÜMDARLIĞIN BEŞ AŞAMASI

İbn-i Haldun'un tüm bu tespitleri, onun gözlemci yönünü ortaya koyar. Devleti meydana getiren neden veya zorunlulukları, sosyal olaylarla açıklama eğiliminde olan bu İslam düşünürü, Mukaddime adlı eserinde devletlerin ve medeniyetlerin Arap-Müslüman dünyasında geçtikleri aşamaları döngüsel bir şekilde tasvir eder.

İbn-i Haldun'a göre bir hükümdarlığın geçtiği beş aşama vardır:
Birinci aşama, hükümdarın halkı ile birlikte hareket ettiği, zafer kazanılan ve devlet kurulan evredir.
İkinci aşama, olası rakipler ortadan kaldırılır ve iktidar sağlamlaştırılır.
Üçüncü aşama, feragat ve rahatlık çağıdır, hem yöneten hem de yönetilenler bolluk içindedir, hükümdarlar tek başlarına kendi düşünceleriyle iş görür.
Dördüncü aşama, hükümdar seleflerinin yolundan giderek onların kazanımlarını korumaya çalışır ve barışı korur.
Beşinci ve son aşama ise israf ve saçıp dağıtma çağıdır, hükümdar kendinden önceki kazanımları kendi zevkleri uğruna dağıtır, hükümdarlığa katkısı olanları görevden uzaklaştırır, ordu teşkilatı bozulur ve nihayet devlet tedavisi mümkün olmayan hastalığa tutulur ve yıkılır.

DEVLET ÖMRÜ ÜÇ NESLİN ÖMRÜ KADAR

İbn-i Haldun'un kuruluş, ilerleme, doruk noktası, çöküş ve yok olma şeklinde birbirini takip eden aşamalarla tanımladığı bir devletin hayatı, insan hayatı ile çok büyük benzerlikler taşır. Zaten kendisi de bir devletin doğal ömrü ile herhangi bir insanınki arasında benzerlik kurar ve devlet ömrünün çoğunlukla üç insan neslinin yaşadığı süreyi, yani yaklaşık 120 yılı geçmeyeceğini belirtir.

Devleti kuran ilk nesildir; ikinci nesil bolluk ve refah içinde yaşar ve yerleşik hayata alışır, ancak daha sonraki süreçte zaferler kesintiye uğrar; refah içinde yaşamaya alışan üçüncü kuşak ise devletlerini koruyamazlar ve devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, nihayet herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır. Ancak, İbn-i Haldun her ne kadar bir medeniyetin gelişim süreci ile bir canlının biyolojik döngüsü arasında karşılaştırmaya gitse de hükümdarlık için çöküş, doğal ölüm anlamına gelmemektedir. Söz konusu hükümdarlık, kendisini fetheden başka bir toplumun egemenliğine geçmektedir. Fethi gerçekleştiren yeni toplum ise yeni bir devletin temellerini atar ve yeni bir döngü başlar.

TARİHSEL SÜREÇLER İÇİN YOL GÖSTERDİ

İbn-i Haldun'un yaşadığı döneme kadarki tarihsel süreci analiz ederek oluşturduğu yaklaşım gerek Osmanlı düşünürleri gerekse Batılı sosyal bilimciler arasında da yankı buldu. Naîmâ (1655-1716) örneğinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun 18'inci yüzyılda içinde bulunduğu durumu anlamlandırmada İbn-i Haldun'un tarih yaklaşımına başvuruldu. Naîmâ, bir devletin hayatında beş aşama öngörür: Kuruluş dönemini iktidarın sağlamlaştırıldığı dönem takip eder, üçüncü aşamada huzur ve rahatlık hâkimdir, daha sonra bolluk ve aşırılıklar dönemi gelir ve nihayet çözülme dönemi ile hükümranlık yıkılır. Naîmâ'nın bu yaklaşımında İbn-i Haldun'un izleri açık bir şekilde görülür.

İbn-i Haldun için imparatorlukların yıkılması, sürecin doğasında vardır, yani yıkılma bir kaza değil kaçınılmaz bir sondur. Nitekim Fransız jeopolitika uzmanı Yves Lacoste, İbn-i Haldun'dan hareketle şu açıklamaları yapar: "Canlı organizma, yaratılışından itibaren ölümün mikroplarını içinde barındırır. Hayatın kaçınılmaz gelişimi, ölümün kaçınılmaz gelişimine yol açar. İmparatorluklar için de aynı durum geçerlidir."

(Derlenmiştir.)

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN