Kelime-i Şehâdetin Konusu: Mümin Neye Şahitlik Eder?

Yayınlanma Tarihi: Mart 12, 2024 08:57 Güncelleme Tarihi: Mart 19, 2024 15:23

Sesli dinlemek için tıklayınız

/
Kelime-i Şehâdetin Konusu: Mümin Neye Şahitlik Eder?

Kalbiyle kabul ve diliyle ikrar ederek kelime-i şehâdet getiren insan "mümin" sayılır, ebedi hüsrandan necat bularak saadete erişir, bu imanı muhafaza ettiği ölçüde dünya ve ahirette "selamet" kazanır, iki cihanda Tanrı'nın sonsuz nimetlerine mazhar olur. Kelime-i şehâdetin sonuçları hakkında akla gelen ilk cümleler bunlar olabilir. Peki şahitliğe konu olan şey nedir? Başka bir ifadeyle insan neye şahitlik ediyor ki sonucunda böyle nimetlere nail olabiliyor?

Kur'ân-ı Kerîm meallerinde dikkat çeken yanılgılardan biri tam da bu bahisle ilgilidir. Meallerde k-f-r kökü ile bu kökten türetilmiş kelimeleri "Allah'ın varlığını inkar etmek" anlamında çevirmek yaygın bir hata haline gelmiş görünüyor. Bu yaklaşım sadece meallerde değil, buradan hareketle din üzerinde görüş beyan eden insanların konuşmalarında da devam etmektedir. Bunun mukabilinde "iman (emn)" kelimesine ise Allah'a inanmak, daha çok da O'nun varlığını ikrar etmek anlamı veriliyor. Kur'ân-ı Kerîm'de iman ve küfür kelimelerini bu şekilde ele almak bir modern çağ yanılgısı olmalıdır ve sürekli olarak bu yanılgıyı tahkim etmeye devam ediyoruz. Din gözüyle modern dünyadaki en ciddi insanlık sorunu "ateizm" olarak görülür, bu nedenle meallerin çağdaş dünya sorunlarıyla malul olması böyle bir sonuç vermiş olabilir. Fakat bu mazeret, yorumun doğru ve Kur'ân-ı Kerîm'in ruhuyla bağdaşık olduğunu göstermeyecektir.

Metafizikçilerin yorumu çerçevesinde Kur'ân-ı Kerîm'e bakıldığında şu hüküm gerçeğe yakın görünüyor: Kur'ân-ı Kerîm bir olgu olarak ateizmi yani tanrı-tanımazlığı kabul etmez. Bütün dönemlerinde insanlar Tanrı'nın varlığını, yani kendilerinden daha üstün ve daha gerçek ilkenin mevcudiyetini mutlaka kabul eder. Bu durum insan ile Tanrı arasındaki ezelî bir irtibat ve ilişkiden kaynaklanır. Kur'ân-ı Kerîm insan için dini hayatı, Tanrı'nın varlığını kabul veya onu reddetmek gibi büyük bir çelişki üzerine inşa ederek mutlak bir ayrım ve farklılıkla insana yaklaşmaz. Dine göre "kâfir" de mümin de Tanrı'nın varlığı konusunda aynı yerde durur, aynı şekilde inanır. İnsanlar arasında güçlü bir bağ oluşturmada dinin bu yaklaşımı olabildiğince iyimser ve müspet bir dil olarak kabul edilebilir. Naslara göre insanın din ile ilişkisindeki temel sorun "çoklu Tanrı" telakkisine düşmesine yol açan insanî çelişkiler, basit hesaplar, korkular üzerine kurulu çıkarcı ve geçiştirici yaklaşımlarla inşa edilen hayat tarzıdır. İnsanın bu hali onu "şirk" yani Tanrı'yı kabul etmekle birlikte başka ilâhlar inancına götürür. Kur'ân-ı Kerîm'de tevhide referans teşkil eden ayet-i kerimelerden birisinde "Elestü bi rabbiküm (ben sizin rabbiniz değil miyim)" (A'râf, 172) denilir. Burada Allah, insanları varlığına değil rab oluşuna şahit tutmak için onlara hitap eder. Hiç kuşkusuz ilâhî hitabın zarafeti burada kendini gösterir: Böyle bir soru yani rubûbiyet hakkındaki soru "varlığı kabul edilmiş" bir hakikat ile ilgili ikincil bir soru olarak sorulabilir. Böylelikle Kur'ân-ı Kerîm insan için Tanrı'nın varlığını bir mesele olarak aşarak, O'nun rab oluşu, yani insan ve âlemi yöneten ilke oluşuna dikkat çekmektedir. İnsan için dindarlık burada başlar; şirki reddetmekle insan, Tanrı'nın yoluna girmiş olur. O zaman ateist yoktur fakat insanlar ya Tanrı'yı kabul eden veya O'nu kabul ederken başka ilâhları da ortak koşan kimselerdir.

Hiç kuşkusuz ilâh olmak ile rab olmak arasında ciddi bir fark yoktur. Her biri de mutlak hakikatin varlığından sonra konuşulabilecek niteliklerin toplamı veya âlemle irtibatın zemini sayılabilecek mertebe ismidir. Tanrı, insanı bu mertebeleri kabul etmekle ve mertebenin sahibi olarak sadece kendisini görmekle yükümlü kılıyor. O zaman kelime-i şehâdet Tanrı'nın varlığı sorunuyla değil, nitelikleri ve alemle ilişkileri sorunuyla ilgili bir şahitlik ve ikrar demektir.

Müslüman düşünce geleneklerinde Tanrı'nın varlığı sorununun ele alınma tarzı ekoller arasında farklılıklar arz etse bile kelamın Sünni kanadı Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen yaklaşıma uygun hareket etmiş, dikkatlerini -Tanrı'nın varlığı sorunu yerine- ulûhiyetin ikrarı ve tevhide vererek dini hayatı bu eksende ele almışlardır. Zamanla Tanrı'nın varlığının kanıtlanması demek olan "isbât-ı vâcip" meselesi de metinlerde yer tutmuş olsa bile sorunun Sünni kelam metinlerinde tartışılma tarzı başarılı sonuçlar verememiştir. Bunun temel nedeni, Sünni kelamın akıl teorisidir. Sünni kelam, Tanrı'nın varlığını kanıtlama görevini yüklediği aklı nübüvvete daha geniş bir yer açmak maksadıyla işin başında tezyif etmiş, akla filozofların doğa ve evren hakkındaki çelişkili açıklamalarını naslarla bağdaştırmaya çabalamaktan gayri bir yol bırakmamıştı. Başarısızlığın temel nedeni budur. Bununla birlikte Sünni kelamda isbât-ı vâcip tartışmalarının amacı az çok bellidir: inancın güçlendirilmesi, kelamcıların ifadesiyle "taklidi imandan tahkike intikal etmek." Hal böyle olunca Tanrı'nın varlığını kanıtlamak yerine hâlihazırda varlığına iman ettiğimiz Tanrı'nın delillerini arayarak inancımızı güçlendirmek, Sünni kelamın amacını teşkil eder. O halde kelime-i şehâdette insan, Tanrı'nın varlığına şahitlik etmeyecektir. Bunun yerine ulûhiyet ve rubûbiyetin sadece Tanrı'ya ait olduğunu kabul etmekle yükümlü olacak, şehâdet bununla sınırlı kalacaktır. Kelime-i tevhid "Allah'tan başka ilâh yoktur" şeklindeki bir cümleyle bunu beyan eder. Bunun sonucunda ise dinî hayatın temelinde tevhid yer alır ve Müslümanlık başından sonuna kadar tevhide şahitlik anlamına gelir. O zaman sorulması gereken soru şudur: Tevhid ne demektir ve tevhide şahitlik ne anlama gelir?

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
>