Arama

Okuyucuya nefes aldıran sevgi: Edebiyatımızda doğa

Türkiye’de doğayı korumanın başlıca yöntemlerinden birisi de tabiat sevgisini gönüllere yerleştirmektir. Mücadele sadece bir yönlü olamaz fakat edebiyata, yani bu sevgiyi derinleştirecek kuvvete her zaman ihtiyaç vardır. Bu konuda eski Türklerde çok enteresan ve ilgi çekici efsaneler bulunmakta. Osmanlı, Meşrutiyet devirleri ve günümüz Türkiye’si... Hepsinde ağaç ve doğa üzerine çok şey mevcut.

Okuyucuya nefes aldıran sevgi: Edebiyatımızda doğa
Yayınlanma Tarihi: 16.10.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 16.10.2018 18:36

Türk edebiyatı sadece şekil, vezin yönünden değil, bilhassa motiflerinin çeşitliliği, güzelliği bakımından da çok değerlidir. Şairlerimiz aşkı, sevdayı terennüm ederler. Ancak tabiatı, manzarayı, insanı, karakteri de ihmal etmemişlerdi. Tabiat fikri içinde ağaç, orman, gök, dağ, taş, su gibi her şey mevcuttu. Öyle şairlerimiz vardı ki bugünün şiirlerinde bir ressamın fırçasıyla belirtemeyeceği tabloları meydana getirmişlerdi. Yine öyle şairlerimiz vardı ki yaşayan insana ebedi hayat vermişlerdi. Bütün bu edebiyatı bu gözle satır satır okumaya kalksak biliyoruz ki bir fani ömür yetmez.

İSLAMİYET'TEN ÖNCE AĞAÇ TOTEMİ

İlk Türkler Totemizm devrinde ağacı kendilerine mabut yapmışlardı. Animizm döneminde ölenlerin ruhlarının ağaçlara geçtiklerine, Naturizm döneminde de atalarının ruhlarının koyu gölgelik ağaçlar altında bulunduğuna inanmışlardı. Bu itibarla ağaç ve ağaçlık yerleri kutsal sayarlardı.

Sümerler, Hititler, Altay Türkleri ve Oğuz mitolojisinde ağaç ve tabiat ile alakalı birçok malzemeye rastlarız. Sümerlerin nebat ve ağaç tanrıları vardı. Tufan ve Gılgamış destanlarında balta girmemiş ormanların heyecanı geçer. Sümer rölyef ve tabletlerinde ağaca hürmet edilmesini ifade eden tasvirler çoktur.

Bir Hitit rölyefinde de ortada beş katlı ve dallarının ucu sarkık hayat ağacı ve bu ağaca karşılıklı olarak tırmanmış uzun boylu iki yaban keçisine rastlanır.

ALTAY TÜRKLERİNDE AĞAÇLAR MUKADDES SAYILIRDI

Türk kozmogonisinde şu efsaneye denk geliriz:

"Dünyada hiçbir şey yokken yalnız iki han mevcuttu. Karahan ve su. Su ezelden beri dalgalanan bir kaos, Karahan ise gizli bir ilimdi. Karahan'dan başka gören, Su'dan başka görünen yoktu. Karahan yalnızlıktan usandı. Kendisi gibi gören, giden, yapabilen bir mevcudun da var olmasını istedi. Kişi'yi yarattı. Ona bilmek ve Toprağın üstünde yaşamak kudreti verdi. Kişi'ye toprak lazımdı. Karahan denizin altından bir yıldız yükseltti. Kişi buradan bir avuç toprak aldı ve suyun üzerine attı. Karahan toprağa "büyü" emrini verdi. Toprak büyüdü ve bir ada oldu. Kişi bu toprağı alırken kendisi için gizli bir dünya yaratmayı düşünerek bir parçasını ağzında gizledi. Karahan farkına vardı. Kişi'ye bunu tükürttü. Bu topraktan dallar, dereler vücuda geldi. Karahan bu büyük adayı boş bırakmamak için adanın üstünde bir çam ağacı çıkardı. Bunun sekiz dalı vardı. Her dalın altında yeni bir adam yarattı. Bu 9 adamdan insanların 9 ırkı türedi.

Oğuz destanının "Ağaç" hakkında duyguları bir efsanede dile gelmişti:

" Dokuz Oğuzlar, Karakum Dağları'ndan çıkan Selenka ve Tuğla Irmakları'nın birleştiği Kumlanco ismi verilen bir ülkede oturuyorlardı. Bir gece burada iki ağaca kutsal bir ışık indi. Bunlardan birisi selvi gibi kışın yeşil duran, çiçekli çama benzeyen ve meyve veren fıstık; diğeri ise bir kayın veya huş ağacıydı. Diğer bir ifadeyle Drahtınur idi. Bu ağaçlardan birinin karnı şişti. Bir dağa benzedi ve içinden müzik parçalarına benzer sesler çıkardılar. Dokuz ay on gün sonra ağacın karnında bir kapı açıldı. Bunun içinde ayrı ayrı çadıra benzer beş oda vardı ve hepsinde de gümüş emzikli bebek oturuyordu. Çocuklar kabile büyükleri tarafından hürmet gördüler. 15 yaşına geldiklerinde ana ve babalarını sordular. Anneleri Fıstık çamı, babaları da Huş olarak çocuklara söylendi. Çocuklar bu ağaçlara çok hürmet gösterdi, ağaçlar da dile gelip evlatlarına hayır dualarını ettiler. Bu çocuklardan büyük olanına Sungur Tekin, ikincisine Konur Tekin, üçüncüsüne Tukan Tekin, dördüncüsüne Ur Tekin, en küçüğüne Buku Tekin ismin verdiler."

Oğuzlarda Ağaç kültürü İslamiyet'ten sonra da devam etti. Dede Korkut Hikâyelerinde Salur Kazanının evi yağmalandığı hikâyesinde Oğuz'un düşmanları tarafından idam için ağaç dibine götürüldüğü zaman ağaca söylediği şiir bunu açıkça gösterir:

"Ağaç, ağaç ne dersem arlanma ağaç
Mekke ile Medine'nin kapısı ağaç
Musa peygamberin asası ağaç
Büyük büyük suların köprüsü ağaç

Türk edebiyatında Osmanlı Devri, sanat bakımından çok incelik, kaide ve lisan bakımından mükemmellik, ifade yönünden sınırsız bir tasarruf gösteren üstün bir kuyumculuk eseridir. Bununla beraber her kelimesinden birçok manalar çıkan mazmunlarıyla edebiyatımıza altın devri yaşatmıştır. Ancak bu dönem edebiyatında ağaç motifleri o kadar zengin değildir. Ormana dair ise hiçbir şey bulunmaz. Bunun sebebi çok da açık aslında. Divan edebiyatı dönemi daha çok şehirlere hâkim oluş, zamanın asil ve kibar insanlarının saray ve konaklarında geçmiş, bunun için de ormanla çok fazla ilgili olunmamıştı.

SELVİ VE ÇINAR DİVAN EDEBİYATININ MUKADDES AĞAÇLARIDIR

Eski Türk döneminde mitolojinin de etkisiyle eserlerdeki ağaçları en fazla kayın ve çam ağacı olarak okuyoruz. Divan edebiyatı ağaçları ise servi ve çınar olarak karşımıza çıkar.

Çınar büyük gövdesi, yüksek haşmet ve vakur duruşuyla her yerde Türk kasabalarını süslemiş ve onların altında kahveler kurulmuş, meclisler; eğlenceler tertiplenmiş ve her cami avlusu, şadırvanı onun dalları ile gölgelendirilmişti. Bugün memleketin her tarafında asırlık gövdelerine rastladığımız saygıdeğer çınarlarımız hep ecdat yadigârıdır. Çınarın bu kadar rağbet görmesi onun köklü, derin, geniş, ,sağlam, dallı budaklı, çok gölge verir karakteriyle Türk ruhunun büyük, engin kaynağını ifade etmesi ve Türk soyunun gür, verimli asaletine tercüman olmasından ileri gelir.

Beyanı suziş eyler herkes istidadı firkattan
Eder berceste aşık mısra-i rengin çınar ateş

Selviye gelince, biz ona mezarlık ağacı ismini vermişiz. Fakat bu onun ehemmiyetini azaltmadı. Selvi güzel kokusuyla mezarlığın çürümüş, ölülerin bozulmuş cesetlerin havasını değiştirir. Dalları ile ona gövde, uzun levent boyu ile kişilik verir. Yeşillikle faydanın bu kadar mükemmel bir surette birleştirildiği yer çok nadirdir. Sadece mezarlıkların koku gidericisi olarak selviyi düşünmek yanlış olur. Duruşuyla elif harfine benzediği için harf, Allah ve onun birliğini de temsil eder. Ayrıca edebi eserlerde sevgilinin boyu olarak da karşımıza çıkar.

Dil miyanı cuy-ı gamda sen kenara gelmedin
Anın içün her dem ey selvi serefraz ağlarım

Divan şairlerimizden Zati, Hayreti, Fuzuli, Baki, Nedim, Nabi şiirlerinde selvi ağacına epey yer vermiştir. Sami, Şeyh Galip, Nabi, Çelebizade Asım da çınar ağacını şiirlerinde kullandı.

HALK EDEBİYATINDA TABİAT

Ormanda geyik vurdum
Geyik değil karaca
Ben bir güzeli sevdim
Ne beyaz ne karaca

Klasik edebiyat döneminde yazılı olan Divan Edebiyatı'nın yanında sözlü edebiyat geleneğimizin devamı olan Halk Edebiyatı da şiirlerinde ağaç ve tabiatı kullanmaya devam ettiler. Ağaçların şahsi isimlerinin yanında orman olarak da şiirler karşımıza çıkar.

Eski Türklerde kayın ve çam; divan şiirinde selvi ve çınar diğer edebiyatımızda tüm ağaçlardan daha özel yer buldular. Halk edebiyatında orman ve diğer ağaçlar da belirgin olarak kullanıldı.

Balta değsin ormanların kurusun
Gazal olsun yaprakların çürüsün
Top top olsun geyiklerin yürüsün
Avcıların avın alsın peşinden

(Karacaoğlan)

"Suna ile Çoban" hikayesinde bir gün Çoban Durmuş yayladaki ıhlamur ağacının altına varır. Ara sıra onun altında güzel kokularını ala ala sazını çalan Durmuş, ağacın çiçeklerini koparılmış, yaprakları dökülmüş, dalları kırık perişan bir hale geldiğini görünce çok müteessir olur. Ve şu destanı söyler:

Kim koydu ıhlamur bu hale seni
Dilerim kırılsın saygısız eller
Kimlerdir koparan çiçeklerini
Dilerim kırılsın saygısız eller

Hikâye bu ya… Ihlamur şairin yakınmalarına dayanamaz ona cevap verir:

Yıllardır ben neler gördüm, geçirdim
Yaraşır yazılsa destan çobanım
Bir zaman fidandım, yaylada birdim
Gürbüzdüm sen gibi arslan çobanım

Ağaç ve orman motifinin bolca kullanıldığı yazılar bilhassa yeni edebiyat akımlarından sonra göze çarpar. Tanzimat ve Servet-i Fünun devirleri bu bakımdan çok önemli değildi. Ama hareket başlamış yahut devam etmişti.

GÜNÜMÜZ EDEBİYATINA YAKLAŞIRKEN

"Arkadaş mı, sevgi mi, samimiyet mi, fikir mi, ne arıyorsunuz? Neye ihtiyacınız var? Bunlardan hangisini isterseniz hiç tereddüt etmeden yaz günleri bir çınar altına uğrayınız. İstediğinizi orada bulursunuz."

İlk kuvvetli parçayı Samipaşazade Sezai'de görüyoruz. "Küçük Şeyler" adlı eserinde neşrettiği "250 Kuruşa Bir Asır" yazısında, Çamlıca'da ağaçları 25 kuruşa Üsküdar oduncularına satılan bahçeden derin bir teessürle bahseder. Samipaşazade'yi büyük şair Abdülhak Hamit takip eder. Hamit'ten sonra yeşil sevgisi Tevfik Fikret'ten gelir. O, uzak ülkelerden birinde bir yeşil yurt hayali kurmuş, onu on dört mısralık bir şiirde vücuda getirmiştir.

Cenap Şahabettin de İhtiyar Çınar'ıyla memleketin o zamanki halini ifade etmişti. Çınarı kökleştiren ve derinleştiren edebiyatçımız Ziya Gökalp'ten başkası değildi. Ziya Gökalp, Sokrat'ı takdir eder gibi konuşmalarına "Çınaraltı" başlığı koymuş ve bu sevgi İstanbul'da Çınaraltı isimli bir mecmuanın çıkmasına sebep olmuş, şairlerimiz sık sık hep çınardan bahsetmişlerdi.

Faruk Nafiz Çamlıbel, "Ayda Bir" mecmuasında yazdığı "Çınar Gölgesi" yazısında:

" Şark ağaçlarının bence en büyüğü olan çınar, ağaçların en düşündürücüsüdür. Çok zaman gölgesinde bir pınarın, bir ırmağın çağlayışını dinleyerek uzun asırlar geçiren bu güzel, gürbüz ve yüksek ağaç, muhakkak Âdemoğluna en yakın bir ruh taşır. Şarkta bir çınar kadar gölgesinde sayısız insan toplayan başka hangi ağaç vardır? Ve gölgesinde saatler, günle geçiren eşlerin heyecanını bir çınar gövdesinde okumaktan kolay ne var? Çınar altları bizde tasavvufla, hayalle ve muhabbetle dolmuş gönüllerin telakki ettiği yerdir.

Mimar Sinan Çetintaş, Refik Halit Karay, Halide Edip, Reşat Nuri, Ömer Seyfettin, Ruşen Eşref Ünaydın, Emin Recep ve daha birçok yazarın eserinde selvinin süzülüşünü, çınarın serinliğini hissetmek mümkün.

SÖĞÜDÜN ENDAMI, HÜZNÜ

Her aksam suların göğsüne doğru
Her söğüt başını eğer…
Ve
Ufuk son ışıkla menekşelenir
Sularda bin türlü renk raşelenir
Kalbimde bir taze his eşelenir
Ağladıkça böyle salkım söğütler… der

Çınar ve selviye mukabil yeni edebiyatta yavaş yavaş başka bir ağacı da görürüz. Söğüt ağacı… Anadolu sularını baştan başa oya gibi süsleyen söğüt… Nihat Sami Banarlı, "Söğütler Boyunca"sında Anadolu'yu tasvir ederken söğüt dallarından ne güzel mısralar yazmıştır.

Söğüt içli ve ketum Anadolu'nun en canlı remzidir. Hangi yanık halk türküsünde söğüdün adı geçmez? Hangi köyün kapısında söğütler perde kurmaz? Her su bile söğüdün dibinde kıvrılır ve her yol bir söğüde çıkar. Söğüt topraktan değil Anadolu'nun ruhundan çıkmış gibidir.

DİVAN EDEBİYATI BİLMEDİĞİ YENİLERİN ÇAM AĞACI

Çam daha ziyade bir orman ağacıdır. Bunun için Divan edebiyatı pek çamı bilmez. Fakat yeni edebiyatımız çamı görmüş, tanımıştır.

NECİP FAZIL'IN AĞAÇLARI

Necip Fazıl Kısakürek "Ağaç" mecmuasını çıkarırken ona şu ön sözü yazmıştı:

"Adımızı ağaç koyuyoruz. Düşünüyoruz ki güzel ve sonsuz tabiatta büyüklüğü, olgunluğu, erginliği, bir kelime ile perfeksiyonu onsan daha iyi gösterecek bir örnek bulunamaz. Ağaç, madde ve ruh gibi her şeyin bir dış ve bir iç yüzünü, toprak üstünde ve toprak altındaki gür ve dolaşık varlığıyla çizgi ve biçime sokmuş bir semboldür."

İnsanoğlu, Dünya'ya ayak bastığından beri ağaç onun gözünde çözülmez bir bilmeceydi. Kışın bir tarafı dökülür, garip istikametleri gösteren dallarıyla çırılçıplak ve kupkuru dinler. O zaman bir çekmece gibi kapalıdır. Çok geçmeden çekmecenin kapağı aralanır, içinde sakladığı sır titremeye başlar."

( Türk Edebiyatında Doğa Sevgisi - M. Ali Gökberk)

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN