Azim sahipleri
Eskiden, eğitim sisteminde özel bir uygulama vardı. Öğretmen Okulları'nın en başarılı öğrencileri; iki kademeli bir seçme ve sıralama sürecinden geçirildikten sonra, son sınıfta Hazırlık Lisesi adı verilen orta öğretim kurumuna alınıyorlardı.
Hazırlandıkları şey; üniversite sınavlarında iyi bir puan alıp İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de bulunan Fen yahut Edebiyat Fakültelerinden birine girmek ve üç Yüksek Öğretmen Okulu'ndan birine geçmekti. Bu, eş zamanlı olarak; iki yüksek öğretim kurumunda birden okumak demekti.
Hafta içi gündüzleri, Fakülte'deki alan-bölüm derslerine; akşamları ve hafta sonları ise Yüksek Öğretmen'in öğretmenlikle ilgili meslek yahut formasyon derslerine girilirdi. Mezuniyet sırasında, iki kurumun da mührünü ve imzasını taşıyan diplomalar verilirdi.
Öğrenciler, öğretmen olma taahhüdünde bulunarak, devlet imkanlarıyla, yatılı okurdu. Öğretmen Okulu mezunları ilkokulda, Eğitim Enstitüsü mezunları ortaokulda, Yüksek Öğretmen Okulu mezunları lisede öğretmen olurdu.
Adı geçen kurumlardan biri, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'ydu. Kuruluşundan kapanışına kadar geçen eğitim tarihi, nice anlamlı hatıralarla doluydu.
Sağ-sol çatışmalarının yoğun olduğu yıllarda; din, devlet, vatan, millet mücadelesini varlık sebebi haline getiren gençlerin kalesi olmuştu. O ocaktan yetişen kadrolar; Türkiye'nin kültür ve medeniyet savaşında aktif görevler almıştı.
Bazıları, eğitim sektörü dışındaki alanlara yönelmişti. Her biri, tercih ettiği alanda başarılı olup iyi yerlere gelmişti.
Geçtiğimiz günlerde, yaşı yetmişi aşmış Kardeş Çapalılar, İstanbul'da buluştular. Hatıralarını yad edip geçmişi, hayallerini tazeleyip geleceği konuştular.
Farklı şehirlerde yaşadıkları için, kimileri uzun yıllar boyunca hiç görüşmemişlerdi. Fakat zaman, mekan farkı gönül bağlarını koparmamış; aynı aşk, şevk, sadakat, samimiyet ile "hiç ayrılmamış gibi" bir araya gelmişlerdi.
Birbirlerine, gençlik yıllarındaki dostluk, kardeşlik dili ve üslubu ile hitap ediyorlardı. Sanki zaman filmi geri sarmış, Sultanahmet Meydanı'nda yaptıkları "Fetih Mitingi"ne gidiyorlardı.
İçlerinden biri, bu manzaraya bakıp; kendi kendine, "Yok, yok! Kaderinde ayrılık yok, dostane gönüllerin" dedi. Gözleri, vuslat duygusunun dışa vurumu olan yaşlarla doldu ve "Tespihi vefa çeker, ayrı geçen günlerin" diye ekledi.
Bedenleri yaşlanmış, gönülleri genç kalmıştı. Bilgileri bilgeliğe dönüşmüş, süzme bir hayat felsefesi haline gelmişti.
Hepsinin ortak bir özelliği vardı. Hiç biri, yaşlılık yahut emeklilik psikoloji içine girip kenara çekilmemişti; millet, memleket meseleleriyle ilgilerini ve ideallerini devam ettiriyorlardı.
Bin kez melül olsalar da aynı sevda yolundaydılar. Ölmeye hakları yoktu, yaşamak zorundaydılar.
Halleri, tavırları; mükerrer ayetlerde ve hadislerde tanımı yapılan "azim sahipleri"ne benziyordu. Bu kavram; sözlüklerde "sabırlı, gayretli ve kararlı kimseler" diye tarif ediliyordu.
Gariban Anadolu çocuklarıydı; yoksulluğa, yoksunluğa sabretmişlerdi. Öz yurtlarında paraya haline getirilmiş olmalarına rağmen; tüm zorluklara katlanmış, tahammül göstermişlerdi.
Gayretleri üst düzeydeydi; geceyi, gündüzü, yokuşu, düzü birbirine katıyorlardı. Bulundukları her yer "vatan savunması" mahalliydi; yedi gün, yirmi dört saat nöbet tutuyorlardı.
Kararlılıkları; kadim bir kültür, anlayış, yaşayış haline gelmişti. Adına "dava" dedikleri şey, hayat hikayelerinin ana unsuru olmuştu.
Yıllar önce; "O kadar büyüktür ki, bu en şerefli dava; / Ezilirsin altında, sanki hamur olursun. / Dökülür ta içine, iman suyu bir kova; / Maharetli bir elle, yeniden yoğrulursun" demişlerdi. Mecnun'un Leyla'ya, Kerem'in Aslı'ya, Ferhat'ın Şirin'e, Kamber'in Arzu'ya gönülden bağlandıkları gibi bağlanmış; uğrunda bir ömür vermişlerdi.
Fakat, yol da yolculuk da henüz bitmemişti. Dünyanın tüm mazlumlarının ve mağdurlarının yüzü gülmemiş, ocağı tütmemişti.
Genelde insan, özelde Müslüman; emanetini teslim edip Rabbine dönünceye kadar, kulluk ve halifelik niyeti-gayreti içinde olmalıydı. Çocuklarımıza ve torunlarımıza, kalacaksa bu miras kalmalıydı.
Ahir zamanlarında bile, rahmetli Aliye İzzetbegoviç'i hayırla yad edip örnek göstererek; "Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için, gökyüzünün öğrencisi olmak gerekir" diyorlardı. Her biri; kutlu bir davanın, soylu bir sevdanın ardından gitmeye devam ediyorlardı:
Hep oturup sorarım, karşısına kendimin;
Gözlerin neye hasret, gönlündeki yer kimin?
Demir çarık, tunç asa, arayıp durduğun ne?
Her tufanda yıkılıp, yeniden kurduğun ne?
Dünyanın nimetinden, sana ne isteyeyim?
Hakkım yok bir zerremde, kendimden azadeyim.
Öyle büyük bir mahşer, kurulmuş ki özümde;
Kaç milyar yürek birden, çırpınıyor göğsümde.
Her birinde bir Leyla, bir Aslı, bir Şirin var.
Kays erir, Kerem yanar, Ferhat'ı tutar dağlar.
Gülemem gül ağlarken, bülbüle yad değilim;
Bilmem başka sevdayı, onlar benim sevgilim.
Gerçi ömür bitimli, yetmez gönül bu aşka;
Lakin dünya neyime, benim vuslatım başka.
İçimde bir tek özlem, çöller boyu susuzluk;
Kesitler doldurmuyor, kuşat beni sonsuzluk.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Hayatın ana unsuru sosyal sermaye (02.12.2025)
- Sermaye yahut servet algısı ve yanılgısı (22.11.2025)
- Dinler, izmler, çözümler (17.11.2025)
- İşlerimiz âsan, ahsen, ihsan olsun (27.10.2025)
- Dinlerde ve toplumlarda aile (21.10.2025)
- Unuttuğumuz değerlerin ihyası (09.10.2025)
- Dilde ve düşüncede algı, anlam, alan daralması (21.09.2025)
- Emelden amele özlük dosyamız (14.09.2025)