Arama

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay
Mayıs 27, 2023
“Müminin firâseti” nedir, hayata yansıyan yönleri nelerdir?

Bugün sizlere söz verdiğimiz "firâset" konusunu ele almaya çalışacağız. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi firâset, İslam'ın düşünce dünyamıza armağan ettiği kavramlardan biridir. Dilimize yanlış bir harf telaffuzuyla "ferâset" şeklinde yerleşmiş olan bu kavram, sözlüklerde "keşfetme, sezme, ileri görüşlülük" gibi mânalara gelmektedir. Diyebiliriz ki firâset, akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen ancak sezgi gücüyle ulaşılan bütün bilgi alanlarını kapsar.

Kur'an-ı Kerim'in, firasetin gerek "keşfetme, sezme ve farkına varma" gerekse "ileri görüşlülük" özelliklerini taşıyan bazı ayetleri konuyu anlamamıza yardımcı olmaktadır.

Örnek olarak Allah Teâlâ'nın, Lût kavmiyle ilgili ayetlerden birinde onların helak edildiği yerler hakkında bilgi verirken, "Nihayet ortalık aydınlanırken korkunç ses onları yakalayıverdi! Ardından yurtlarının altını üstüne getirdik, üzerlerine taşlaşmış çamur yağdırdık! Onların böylece helâk edilmelerinde bundan ibret alacak olanlar için nice dersler vardır. Bakın, o harabeler bir yol üzerinde hâlâ duruyor. Onda da inananlar için bir ders vardır." (Bkz. Hicr, 73-77) buyurmuş olması ve özellikle "yaşananlardan ders çıkarma başarısını" 75. ayette geçen "mütevessim" kelimesiyle ifade etmesi, müfessirler tarafından dikkat çekici bulunmaktadır. Anlaşılan, Lût kavminin bu şekilde tarih sahnesinden silinmesi insanlık için birçok bakımdan ibrete değer bir hadise olarak gösterilmekte, onlardan geriye kalan Sodom kentinin harabelerinin ise bir ibret tablosu olarak hâlâ bir yol üzerinde durduğu ifade edilmekte ve Peygamberimizin muhatapları olan Kureyş halkının o harabeyi görerek ibret ve ders alması gerektiği hatırlatılmaktadır. Çünkü ticaretle meşgul olan Mekkeliler, Suriye topraklarına yaptıkları ticari seyahatleri sırasında Lût kavminin yaşadığı Filistin'deki Sodom kentinden artakalan izleri bizzat görüyorlardı…

Öte yandan, "(Ey Resulüm!) Sen onları (gerçek fakirleri) simalarından tanırsın." (Bakara, 273) ve yine "And olsun ki, sen onları (münafıkları) konuşma tarzlarından da tanırsın." (Muhammed, 30) meâlindeki âyetlerde kastedilen, Peygamberimizin firâsetidir...

Buraya kadar aktardıklarımız, ayet-i kerimelerde böyle bir sezgi gücünün hem Peygamberimizde hem de iman dolu bir kalbin sahibi müminlerde var olduğunu ortaya koymaktadır. Şimdi ele alacağımız hadis-i şerif ise, müminin bu güce bizzat Allah'ın lütfettiği bir nimet olarak bakması gerektiğini telkin etmektedir.

Büyük hadis âlimi Tirmizî'nin eserinde yer verdiği konuyla ilgili meşhur bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "İttekû firâsete'l-mü'min, fe innehû yenzuru bi nûrillah…" Bu hadis-i şerifin anlamını, "Müminin firâsetini dikkate alınız/önemseyiniz. Çünkü o, (bir şeye baktığı zaman) Allah'ın nuruyla bakar." cümlesiyle aktarmak mümkündür. Zira seyahat ederken de kâinatta var olan ilâhi eserlere bakarken de hep ibret nazarıyla bakmamız, sayısız ayet-i kerimede emredilmektedir. Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz de iman dolu bir gönülle ve ibret dolu bir nazarla olaylara bakan bir müminin, gerek keşfinin, sezgisinin ve öngörüsünün gerekse ileri görüşlülüğünün, kısacası onun firasetinin, yabana atılmamasını, önemsenmesini, değerli bulunmasını ve dikkate alınmasını istemektedir. İslam âlimleri hadis-i şerifte işaret edilen bu tür firâseti, "Allah'ın, müminin kalbine ilahi bir ikram olarak lütfettiği bir nur" olarak kabul etmişler ve bu nur ile "kulun hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırmasına ve muhataplarının karakterlerini teşhis etmesine" de "ilâhî firâset" adını vermişlerdir. Bu tür firâsete İmam Şâfiî'nin sahip olduğu, hatta İslâm dünyasında bu konuda ilk eseri onun yazdığı belirtilmiş ve bu işin ehli olan kişileri ele alarak, sair insanların böyle bir firâsete sahip olmaları için gereken esasların neler olduğunu, bu kişilerden aldığı bilgilerle ortaya koyduğu da ifade edilmiştir.

İlâhi firâsete örnek olması bakımından Asr-ı Saadette yaşanan şu olay dikkat çekicidir... Hz. Osman, (ra) yanına gelen bir kişiye "Bana ne oluyor ki, senin gözlerinde, nâmahreme bakmışlığın kötü izlerini görüyorum." demişti… Hz. Osman'ın (ra) yanına gelirken yabancı bir kadından bakışlarını engelleyemeyen bu kişi şaşkın bir şekilde, "Hayret! Peygamber Efendimiz vefat ettikten sonra vahiy ile mi karşılaşıyorum!" diye sorunca, Hz. Osman, "Hayır! Bu vahiy değil, firâsettir." cevabını vermişti…

Firâset ehlinden olmak için ne yapılmalıdır?

Böylesi bir firasete sahip olmak için önce sahih ve sağlam bir akideyle iman sahibi olmak, sonra nefsin bayağı arzularına ve şeytanın telkinlerine karşı koymak, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak gerektiğini ifade eden İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'in (sav) sünnet-i seniyyesini bir hayat tarzı olarak benimseyip ona göre yaşamanın da önemli bir şart olduğunu söylemişlerdir. Eğer bir insan, bu sayılan şartları yerine getirmeden firâset sahibi olduğunu düşünüyor ve kendini böyle zannediyorsa, onun firâseti gerçek ve makbul bir firâset değildir. Zira asıl firâset -aynı kerâmet gibi- sahih niyet ve salih amel sahibi müminlere ait bir özelliktir. Bununla beraber bir kimse, kendisinin firâset sahibi olduğunu da iddia etmemelidir. Çünkü, "Müminin firâsetini önemseyiniz…" hadisi, aynı zamanda diğer bir müminin firâsetini dikkate alarak onu önemsemesini de gerektirmektedir. (Bilgi için bkz. DİA, Firâset mad.)

Buraya kadar aktardıklarımızdan sonra, firâsetin, bundan önceki iki yazımızda ele aldığımız kehânetten tamamen farklı olduğu görülmektedir. Zira birinin; Allah'ın lütfettiği bir nur ile doğruyu görme gücü ve gerçeği fark edip sezme kudreti, diğerinin ise insanoğluna karanlık kalan yerlerden birtakım olumsuz ve kötü haberleri aktarma çabası olduğu ortaya çıkmaktadır. Netice itibariyle, firâset, bizzat örnekleri Hz. Peygamber (sav) Efendimizin hayatında görüleceği üzere, kulluk şuuruyla ve ibadetler vesilesiyle insanda oluşan kalbî nurun aydınlattığı yolda yürümesi ve gönlüne doğan görüşü beyan etmesidir… İki örnekle yazımızı bereketlendirmek isteriz…

Hucurât suresinin 6. Ayetinin nüzul sebebi olarak aktarılan olayı hatırlayalım…

Velîd b. Ukbe isimli sahabi, Benî Mustalik kabilesinin zekât vergisini toplamak üzere gönderilmişti. Velîd yolda ilerlerken karşısına gelen biri, ona bu kabileden silâhlı bir grubun yola çıktığı haberini verdi. Velîd de onların savaşmak için yola çıktıklarını düşünerek hemen yoldan geri döndü ve durumu Peygamberimize anlattı. Resulullah (sav) Efendimiz bu haberin doğru olup olmadığını araştırmak üzere Hâlid b. Velîd'i görevlendirdi. Hâlid kabileye yakın bir yerde konaklayarak haberin gerçeklik durumunu araştırmaya başladı. Ancak o, söz konusu kabilenin ezan okuyup namaz kıldıklarını, İslâm'a bağlılıklarının devam ettiğini tesbit ederek Medine'ye döndü ve şahit olduklarını Peygamberimize anlattı. Sonradan anlaşılan bir husus da savaşmak için silahlı şekilde çıktıkları haber verilen grubun, aslında gelmesi beklenen zekât tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek ve zekâtlarını kendi elleriyle Hz. Peygamber'e teslim etmek üzere yola çıktıklarıydı… İnen ayet, Müslümanların böylesi dramatik durumla bir daha karşılaşmaması için açık ve net bir uyarıdır:

"Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın."

Ayet-i kerimede "Yoldan çıkmış" diye anlam verilen fâsık, kelimesi "dinin emirlerine uymayan" demektir; yalan haber taşıyan kimse de bu kavrama dahildir. Bu âyette geçen fâsık kelimesi, yalan haberi taşıyan meçhul kişinin vasfıdır. Âyetten çıkan genel hüküm şudur: Kendisi hakkında yeterli bir bilgiye sahip olunmayan kişilerin veya yalancı, günah işlemekten çekinmeyen kimseler olarak tanınan-bilinen birtakım şahısların verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemelidir, bunların verdikleri bilgilere dayanarak hüküm verilmemelidir ve harekete geçilmemesidir. Firâset, böylesi durumlarda kendini göstermektedir ve firâset sahibi kimse gerekli araştırmaları yapmadan, fikir beyan etmekten ve bir kanaat ortaya koymaktan kaçınmaktadır.

İkinci örneğimiz ise Bedir Savaşı sürecinde Sevgili Peygamberimizin (sav) galibiyet elde etmek için aldığı tedbirlerden ve ordusunda gerçekleştirdiği birtakım düzenlemelerden sonra hala gönlünde taşıdığı derin endişeyi dile getirmesi ve bu esnada Yüce Rabbine arz etmesidir. Hazret-i Ömer (ra) şöyle anlatıyor:

"Bedir günü Resûlullâh (sav) müşriklere baktığında, onları bin kişi; Ashâbını ise sadece üç yüz on üç kişi olarak gördü. Hemen kıbleye yönelip, ellerini kaldırdı ve Rabbine sesli olarak şöyle yakarmaya başladı:

"Allâh'ım! Bana olan va'dini ihsân eyle! Allâh'ım! Bana zafer nasîb eyle. Allâh'ım! Eğer Ehl-i İslâm'ın bu topluluğunu helâk edersen, artık yeryüzünde Sana ibâdet edecek kimse kalmayacağından endişe ediyorum!"

Ellerini uzatmış vaziyette bu münâcâtına öylesine uzun süre devâm etti ki, sırtındaki hırkası omuzundan düştü. Bunu gören Ebûbekir (ra) yanına gelerek hırkasını aldı, omuzuna koydu ve:

"Yâ Resulallah! Rabbine olan yakarışın yeter. Tasalanma. Allâh Teâlâ, Sana olan va'dini mutlakâ yerine getirecektir." dedi.

O sırada Allâh Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

"Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da; "Muhakkak ki, Ben size meleklerden birbiri ardınca bin(lercesiyle) destek vereceğim." diyerek duânızı kabul buyurmuştu." (Enfâl, 9)

Peygamberimizin yüreğinde taşıdığı endişeyi Rabbine arz etmesi ve duasını açık, sesli bir şekilde yapmış olması dikkat çekicidir. O halde firâset, karşı karşıya kalınan tehlikenin farkında olmak ve duasında bunu zikrederek, halini Rabbine arz etmektir aynı zamanda… Çünkü Allah Teâlâ, "Ben kuluma çok yakınım. Yeter ki dua edip benden istesin" (Bakara, 186) buyurmaktadır.

Tüm bu aktarılanlardan sonra, firâsete dair bazı tanımlamalar yapacak olursak, onu şu ifadelerle ifade etmek mümkündür.

Firâset sahibi olmak ne demek?

Firaset sahibi olmak, her duyduğuna hemen inanmak yerine dikkatli ve özenli bir yaklaşım tarzına sahip olmaktır. Hele yalancılığı alışkanlık haline getirenlere asla inanmamaktır.

Firaset sahibi olmak, her şeyin Allah Teâlâ tarafından bir sebebe bağlanmış olduğuna, bundan dolayı sebeplere sarılmanın da tedbirleri almanın da bir kulluk görevi olduğuna inanmaktır.

Firaset sahibi olmak, rahatına düşkünlüğü ve rehavete kapılmayı değil sorumluluk sahibi, uyanık ve işinde dikkatli olmayı önemsemektir.

Firaset sahibi olmak, sağlam bir inançla, sonsuz kudretin sahibi olan Allah'a yürekten güvenip dayanmaktır.

Firaset sahibi olmak, her şeyin, el-Kadîr olan Allah'ın, "ol" emriyle gerçekleştiğine inanmaktır.

Firaset sahibi olmak, bir ismi de el-Kayyûm olan Allah'ın, olmazları olduran kudretine sığınmaktır.

Firaset sahibi olmak, kötümser değil iyimser olmayı, bir ismi de el-Cemîl olan Allah'ın, yarattığı her şeyde bir güzelliğin olduğunu düşünmektir.

Firaset sahibi olmak, Allah kolaylaştırmadıkça hiçbir şeyin kolay olmadığına; tüm zorlukların ancak Allah'ın dilemesiyle kolaylaşacağına yürekten inanmaktır.

Firaset sahibi olmak, kalpleri evirip çeviren ve duygulara hükmedenin el-Aziz ve el-Hakîm Allah Teâlâ olduğunu bilmektir.

Firaset sahibi olmak, görevlerini yerine getirdikten sonra mütevekkil bir gönülle, sonucu Allah'a havale etmektir.

Son sözümüz olarak bir kez daha ifade edelim: Müminin kehânetlerle işi olmaz; bilakis o eşya ve olaylara ancak firasetle bakar. Bir mümin olarak bakmalıdır da…

Yüce Mevlâmızdan, bizleri de firâset ehli müminlerden kılması niyazıyla, sağlıcakla kalınız efendim…

Mehmet Emin Ay

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN