VAV TV CANLI YAYIN
Ekrem Demirli

Dindarlık ve Beklenti: Tanrı’dan İstemek İhlasla Çelişir mi?

26.11.2025

Bu bahisteki yazılar belli bir sayıya ulaştı lakin konu tükenmiyor. Şimdilik bir hususa daha değinerek konuya bir süre ara vermek niyetindeyim. O da, dindarlık ile beklenti arasındaki ilişki; daha doğrusu Tanrı'dan bir şey beklemenin, Socrates'in söylediği üzere ibadeti ticarete döndüren bir 'beklenti' olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğidir. Çünkü bu yazılara başlamanın nedeni olan Socrates'in 'Atina'daki geleneksel dindarlık' eleştirisi en nihayetinde böyle bir konuya varıyor; kurbanlar ile ibadeti yerine getiren insanın, bunun mukabilinde Tanrı'dan talepte bulunmasının dindarlığını tahlil ediyordu. Vakıa, kurban ve talep-dua arasındaki ilişki bir nedensellik ilişkisi ise buna ticaret demekten başka imkân var mıdır?

Hükümdar, uzun bir mesafeyi kat ederek ziyaretine gelen Çinli bilgeye, 'Bunca meşakkate katlandığına göre bize faydalı bilgiler vereceksin,' dediğinde; bilge, 'İnsanlara faydalı işleri telkin edersen sadece çıkarlarını gözetmeyi öğrenirler,' diye karşılık verir. Aklı, birey veya toplum için faydalı olanı elde etme kabiliyeti şeklinde düşünmeye şartlanmış bir insana bilgenin sözleri ne anlatır? Hiç kuşkusuz bilge; insanın faydacı akıldan daha üstün bir kabiliyeti olabileceğine işaret ederek, faydalı olanın ardında bulunanla ilgilenebilecek kabiliyetimize dikkatimizi çeker. Böyle bir kabiliyet; metafizikçilerin, İslam geleneğinde ise sufilerin peşinde oldukları kabiliyetin ta kendisidir (iman etmiş akıl anlamıyla kalbin ta kendisi). Hayatın meşakkatleriyle koşullanmış aklın ötesinde bulunduğu kabul edilen böyle bir kabiliyetin mahiyetini anlamak, en azından halihazırda bulunduğumuz yer bakımından güçtür. Lakin öyle bir kabiliyet -şayet varsa- varlık ile fayda ve zarar ilişkisini aşarak farklı bir ilişki kurma imkânı ortaya çıkarır. Bu ilişkinin zemini ise yine de 'faydacı' aklın aşina olduğunu varsaydığımız güzellik, iyilik, doğruluk vb. ilkelerdir. Faydacı aklın ardındaki bu kabiliyet; kendinde iyi, kendinde doğru ve kendinde güzel olanı temaşa ederek, insani tecrübeyle daralmış, hatta bozulmuş ufkun ötesine geçebilecek bir yol arar; bu sayede metafizik yapabilir hale gelir. Kadim metafiziğin amacı; böyle bir güzelliği, böyle bir iyiliği ve böyle bir doğruyu temaşa etmek, onu idrak etmek idi. Müstesna insanlarda böyle bir kabiliyetin ortaya çıktığını kabul etsek bile; insanların çoğu için akıl yine kâr ve zarar üzerinden dünyaya bakacak, ideal olanı bile faydalı olan diye kabul etmeyi sürdürecektir; bunda da tereddüt yoktur.

İnsanın eylemleri karşılığında beklenti taşıması; hatta vicdan rahatlığı, huzur ve başkalarına fayda sağlamanın yol açtığı güven duygusunu hissetmesi, dinde niyetin en saf hali anlamına gelen ihlasla bağdaşmaz; bu açıktır. Bütün bunlar ibadeti insanın psikolojik dünyasının parçası kılar, onu beklenti içinde kalmaya icbar eder. Hâlbuki ihlas, beklentilerden arınarak ibadetleri sadece Tanrı için yapmak demektir. Fakat "Tanrı için" olmak şartı, kendiliğinden bir beklenti değil midir? Modern dünyada birçok insan için böyle bir soru anlamlı gözükse bile, dini düşünce tarihinde soruyu bu şekilde formüle edenler sadece sufilerdi. Onlar ihlasla ilgili konuşmalarında beklentinin boyutlarını tahlil ettiklerinde; Tanrı'dan talep, Socrates'in söylediği üzere bir şey karşılığında veya karşılıksız talep, ihlası bozar mı diye de düşündüler. Tasavvuf, beklentisizliği dini hayatın ciddi bir meselesi haline getirerek sorunu şöyle bir noktaya taşıdı: Tanrı ile ilişkimizde dünyada veya ahirette bir karşılık ve beklenti olacaksa, bunu ticaretten ayırt etmek mümkün müdür? Soru öyle kolaylıkla cevaplanabilecek bir soru değildir. Çünkü birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerifte dindarlık, Tanrı ile insan arasında karşılıklı ilişki şeklinde anlatılır; müminlerin amellerine verilecek ödüller bir 'karşılık' olarak zikredilir. 'Ceza' kelimesinin İlahi kelamda sürekli kullanılması bunu gösterir. İbadetin maksadı İlahi rızayı kazanmak olsa bile bunun neticesi cennet olacak, günahkârlar ise cehenneme gideceklerdir. Bu "açık" anlatıma rağmen Müslümanlık içinde ciddi tartışmalardan birisi ortaya çıktı: İnsan, fiillerinin karşılığında Tanrı'dan bir şey beklemek hakkına sahip midir, değil midir?

Sufiler, bu konuda en açık tavra sahip olanlardı: Tanrı'dan bile olsa 'beklemek', üstelik ibadete karşılık olarak beklemek, Tanrı-insan ilişkisine layık bir davranış değildir. Cennet nimetlerini arzulamamak şeklinde dile getirilen şiirler bunu anlatır. Tasavvufî hayatın merkezine 'aşk' kavramının yerleşmesi; bu beklentiyi aşmak, insan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi bütün çıkar ve faydaların ötesinde düşünmek içindi. Lakin bundan daha önemli olanı ise Müslümanlıkta ana akım yorumu teşkil eden Ehl-i Sünnet'in, en azından 'hak edişi' reddeden yaklaşımıydı. Onlar için Tanrı'dan bir şey beklemek doğrudur; fakat bunu bir 'karşılık' şeklinde düşünmek ibadetin ruhuna aykırıdır. Bu yaklaşım, Mutezile tarafından formüle edilmiş olan 'ödül-ceza' üzerine kurulu dindarlık ilişkisini aşarak, Tanrı'nın inayet ve iradesine teslimiyeti dinin ruhu saymak demektir. Hiç kuşkusuz bu yaklaşım Socrates'in dile getirdiği eleştiriye yeterli bir cevap olarak düşünülemez; fakat en azından Müslümanlık içinde ana akımın istihkakı reddetmesi, onun yerine lütuf ve inayeti dinî hayatın merkezine yerleştirmesi dikkate değer bir eleştiridir. O zaman kurbanlar -ki bütün ibadetlerin ortak niteliği kurban olarak görülebilir- Tanrı'ya sunulsa bile, talep-dua ile kurban arasındaki ilişki gereklilik ilişkisi değildir.

Bu yaklaşımın bir ölçüde 'devrimci' bir yaklaşım olduğu; insanın, geleneksel olarak itiyat haline getirdiği davranışın dışına çıkarak daha üst bir seviyede Tanrı ile ilişki kurması anlamına geldiği açıktır. 'Devrimcidir'; çünkü bu düşüncenin aşmak istediği tavır, Mutezile'nin kavramsallaştırdığı haliyle insanın dünyayla ve Tanrı ile kurduğu 'ticari' ilişkideki bencilliktir. Mutezile'nin dile getirdiği düşünce bir teoriye dönüşmeden önce, insanın Tanrı ile ve öteki insanlarla ilişkisinde belirgin hale gelmiş davranışın ta kendisiydi. Mutezile; hayatın içinde bulunan ve insan davranışlarını doğal bir şekilde yönlendiren güdüyü dindarlığa taşıyarak dini, insani alışkanlık düzeyine indirmiş; dinin, insan müdrikesini temelli bir şekilde dönüştürücü yönünü ihmal etmişti. Din ile hayat, din ile tecrübe arasında zorunlu bağ kurmakla dinî hayatı normal sınırlara çekmiş, 'akıl' ile din arasındaki bağı tesis ettiğini düşünmüştü. Hâlbuki yapması gereken şey; tam olarak aklın ve insan tecrübesinin eleştirilmesiyle müdrikenin sınırlarını keşfetmek, bu sayede din ile insan arasında daha dönüştürücü bir ilişkinin zeminini aramak olmalıydı. Ehl-i Sünnet ise görece devrimci bir tutumla İlahî inayeti dinî hayatın özüne taşımış; bunun pratikte birtakım zararlı sonuçları görünse bile, dindarlığı harikulade bir hadise şeklinde düşünmenin zeminini inşa etmişti. Dindarlığın kendisi keramet, imanın kendisi lütuf, ibadetler ise sonsuz ve Müteal ile insan arasında, Müteal tarafından var edilmiş bir ilişkinin kendisiydi. İnsana düşen ise bu ilişkiyi fark ederek, psikolojik ve toplumsal alışkanlıkların ardında, Tanrı ile gerçek bir irtibatta varlığını idrak etmekti. 'Rabbini bilen kendini bilir' bu demektir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.