Arama

Mustafa Özcan
Şubat 15, 2024
Küme atlayan, küme düşen ümmet!

14 asırlık İslam ümmeti tarihi inişli çıkışlı bir çizgiyi ve çığırı ifade eder. Adalet ve özgürlüğün ve ferdin değerinin gözetildiği dönemlerde Müslümanlar daima ileride ve önde olmuşlardır. Atılımın temelinde insana verilen önem yatar. Hak hukukun çiğnendiği yerde gelişme de olmaz. Hadislerde ifade edildiği gibi, Müslümanlar birbirine denktirler ve kanları da eşittir. Temsilde en düşük seviyede olanlar bile bakiyenin zimmetine mukayyet olur. Haklarını güvence altına almaya namzettirler. En uzaktaki bile onlar namına ahit verebilir. Müslümanlar kendilerinden olmayanlara karşı tek bir vücut ve tek bir blok mesabesindedir. Bu birlik ve beraberlik ruhuyla hareket eden Müslümanlar ilk yarım yüzyılda karşılaştıkları bütün bentleri aşmışlardır. O gün bilinen antik/kadim dünyanın yarısını fethetmişlerdir. Devran dönmüş ve ilk neslin değerleri muhafaza edilememiştir. Gerileme faslı başlamıştır. Adaleti ve güveni tesis ve temsil eden asli değerler muhafaza edilebilmiş olsaydı İslam şüphesiz bütün dünyayı sarıp sarmalar ve değerleriyle kuşatırdı. Nitekim Endülüs'ü fetih yolunda Atlas Okyanusunun serin sularıyla karşılaştığında bir an atını mahmuzlayarak sulara dalan Musa Bin Nuseyr'in şöyle dediği mervidir: " Şahit ol ya rab! Bu büyük deniz geçip ilerlemeye mâni olmasaydı İsm-i Celâl'ini daha ileri götürürdüm." Elbette fetihler Emeviler ve Abbasiler döneminde de sürmüştür. Lakin ruhunu kaybederek. Kemiyet keyfiyeti gölgelemiştir. Aynı fedakarlık ve feragat ruhu muhafaza edilememiştir.

Değerler bazında ve dolayısıyla kudret bazında Müslümanlar iki defa küme düşmüştür. Birincisinde, kardeşlik havası dağılmış araya çıkar ilişkisi girmiştir. Mevaliye yani Arap olmayan Müslümanlara dun muamelede bulunulmuştur. Fedakarlık yerine kayırma dönemi başlamıştır. İ'sar yerine yani kardeşini tercih yerine kendini veya yakınlarını gözetme kuralı olan 'esere' hali benimsenmiştir. Bu iki kavram yani isar ile esere kavramları iki dönem arasındaki farkı da ortaya sermektedir. Bu da kaynaşma yerine çekişme üretmiştir. Günümüzde nepotizm denilen kayırmacılık ifadesi de bu kötü alışkanlığa tekabül eder. Emevilerle birlikte fitneler dönemi tavan yapmış ve milletin malına ve iktidar erkine çöreklenilmiştir. Ümmetin ve ammenin hukuku özele devredilmiştir. Kamu malı zimmete geçirilmiş ve ümmetin tayin ve denetleme yetkisi müsadere edilmiş, ellerinden alınmış ve biat cebri hale getirilmiştir. Bunun için de çeşitli kılıflar uydurulmuştur. Bu dönem hadis diliyle 'ısırıcı saltanat/mülk-ü adut' dönemidir. Henüz toptan reddi miras dönemine geçilmemiştir. Referans sistemi tümüyle iptal edilmemiştir. Hilafet gibi ümmetin bazı ünite ve organları ya da değerlerin içi boşaltılsa da suri olarak ya da görüntüde yaşamaya devam etmiştir. Lakin bu İslam'ın görüntüsüne zarar vermiş ve tali olarak intişarına balta vurmuştur. Vergi miktarı azalacak endişesiyle Emevi valileri yeni Müslüman olanlara dahi gayrimüslimlere tatbik edilen cizye gibi vergileri yürürlükte bırakmıştır. Bunun üzerine Ömer Bin Abdulaziz meşhur sözünü söylemiştir: Hazreti Peygamber hidayet kandili olarak geldi vergi tahsildarı olarak değil. Fetihler böylece ruhundan kopmuştur. Hans Küng gibi yabancı ilahiyatçıların da parmak bastıkları gibi, gönül fethi yerine geride sadece toprak fethi kalmıştır. Yine de ulemanın temsil ettiği dini gelenek yeni üyeler cezp etmeye devam etmiştir. Bu dönemde İslam dünyası küme düşmüştür. Bu tek haneli bir küme düşmesidir. Değerlerin reddedilmesi değil sadece içinin boşaltılması. Ardından çift haneli bir küme düşme dönemi daha belirecektir. Hadis diliyle de bu çift haneli küme düşme dönemine de mülk cebriye yani zorba dönem ve zorbalar dönemi (cebabire) denmiştir. Bu dönem otoriter dönemin daha da koyulaştığı totaliter karakterli bir dönemdir. Suri yani göstermelik olarak da İslam görüntüsü de kalmamış ve İslam aleminin başına reddi miras ya da daha eski ifadesiyle ridde denilen dönem çökmüştür. Buna genellikle cumhuriyet rejimleriyle birlikte anılan totaliter veya cebriye dönemi denmektedir. Bu dönemde yer yer kitleler halinde İslam'dan kopmalar yaşanmıştır. Lakin dip dalgalar halinde İslam varlığını ve çanlılığını korumuş ve çatısı altına yeni üyeler kazanmaya devam etmiştir. Müslümanlar mağlup olsa da İslam'ın zaferi devam etmiştir. Lakin bu ikinci dönemde kalabalık kitleler tarafından temsil edilmesine rağmen İslam ve Müslümanlık, milletlerin gerisine düşmüş ve en alttakileri temsil etmiştir. Bu yüzden de nerede olurlarsa olsunlar mensupları rengârenk mezalime sahne olmuş ve bulundukları her yerde ezilmişler, zulme uğramışlardır.

İç amillerle dış amiller el ele vererek İslami dalgaları bastırmak istemişlerdir. Bu yüzden de İslam alemi Gazze gibi meselelere el uzatmaktan aciz kalmıştır. Bugün İslam alemi Moğollar döneminde hilafetin Bağdat'ta yıkılmasından sonra en dibi görmüştür. O günden bugüne Osmanlı'nın yıkılmasıyla ikinci fetret dönemini yaşamıştır.

İkinci fetret dönemi birincisini aratmıştır. Ya da ikinci küme düşme değerleri de önüne katıp götürmüştür. İslam alemi kriterlerini ve vizyonunu kaybetmiştir. Mesela birinci küme düşme dönemini temsil eden Kral Faruk döneminde Mısır nispeten müreffeh bir ülkedir hatta İngiltere'ye borç vermektedir. Merhum Ali Özek hoca hatıratında Ali Fuat Cebesoy'un Kahire'yi ziyaretini konu eder. Kendilerini de Revak el Etrak'ta ziyaret eder ve şunu söyler: Daha önce Mısır'ın gerisinde olan Türkiye açığı kapatmakta ve buna mukabil Nasır ve Hür Subaylar iktidarıyla birlikte Mısır ciddi bir biçimde irtifa kaybetmektedir. 27 Mayıs, 23 Temmuz yani Nasır darbesini örnek almış olsa da bünyesinden bir Nasır çıkaramamıştır. Bununla birlikte Nasır'ın bütün hüneri, kerameti hançeresinde yani retoriğinde saklıdır. Ötesi boştur, göz boyamadır.

Kısaca birinci küme düşme ile ikinci küme düşme arasında da fark vardır. İkinci küme düşmenin ya da totaliter devrimlerin kıskacına giren ülkeler maddi olarak da gerilere düşerler. Neden Ortodoks Kilisesi'ni temsil eden Romanovlar Hanedanlığı'nın düşmesinden sonra ateizmi benimseyen SSCB döneminde bu ülke ilerlemeye ve küresel bir güç kazanmaya devam ederken Osmanlı'ya veda eden genç Türkiye neden aynı çıkışı ve açılımı gösterememiştir? İki mirasın eşit ve bir olmadığı savunulabilir. Ayrıca, bunu sadece Batı etkilerine mi bağlamalıyız yoksa onun iradesiyle uyumlu olan yerel güçlerin de bunda katkısı var mıdır? Elbette vardır. Mevcutla yetinmeyi uygun görmüşlerdir. Onlar dışa abanmaya devam ederken bizimkiler içe çekilmişlerdir.100 yıllık süreçte bırakın bir SSCB ya da Rusya olmayı Güney Kore bile olamamışızdır.

İslam dünyası bırakın bir Almanya seviyesini tutturmayı İsrail ile bile baş edememektedir. Müslüman Alimler Birliği'nin Başkanı Ali Muhyiddin Karadaği'nin dediği gibi geçmişte güçlü olan Mısır, Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkeler güçten ve çaptan düşmüştür. Bunun nedeni halka dayanmayan, bütünleşmeyen kötü idarelerdir. (Harittü't Tarik Li Tahrik el Ümme. Daru'l Asale, s: 60) Bunun en büyük nedenlerinden birisi ümmet ile yöneticileri arasında kapanmayan mesafe ve karşılıklılık hukukuna riayet edilmemesidir. Ümmetin potansiyelinin zayi edilmesidir. Kısaca istibdat, her mani-i kemal olan ye'sin de kaynağıdır.

Peki, iki küme düşüş karşısında İslam dünyasının şansı nedir? Yeniden ayağa kalkabilir mi? Birbirine insanca davrandığında bunun ilk engelini aşmış olacaktır.

Gövde dilin ve kalbin onarılmasıyla sağlığına kavuşur. Ümmetin sonu da başındaki yönteme geri dönmesiyle salah bulur.

Üzerinden zamanın tozunu ve tortularını attığında ve asaletine döndüğünde İslam dünyası inşallah kaybettiği kümeleri tekrar geri kazanacaktır. Kimsenin şüphesi olmasın.

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN