Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Ekim 28, 2023
Osmanlı’dan sonra - İslâm Birliği arayış ve ideallerinden bugüne... - 4

(Kaldığımız yerden devam edelim.)

*

Evet, 'zaman tüneli'nin özellikle son 100 yılı içinde yaptığımız gezintide nerede kaldığımızı hatırlamak yerinde olurdu. Ama, bu kez de, adı Cumhûriyet gibi yaldızlı olsa da, gerçekte, fiîlen, bir çeşit 'Krallığın, Lozan Andlaşması müzakereleri sırasında ve sonrasında dayatılan birtakım emr-i vâkî'lerle tesis edilişinin 100. yıl dönümüne de ulaşıverdik!

*

Evet, Birinci Dünya Savaşı, Müslümanlar için, o savaştan da çok, sonrasındaki emperyalist planlamalar neticesinde parça-parça edildik.. Halbuki, o savaşın diğer mağlubları, birtakım toprak kayıplarına rağmen, ana gövde olarak Almanya, Avusturya, İtalya, Rusya yine kaldılar; Osmanlı ise, bütünüyle buharlaştırıldı, âdeta..

İran'da 1979 başında Şahlık rejimini, on milyonları harekete geçirerek devirmeyi başaran şiî Müslümanların büyük liderlerinden ve müctehidlerinden Rûhullah Khomeynî, o inkılabının gerçekleşmesinden 15 sene kadar öncelerde, Osmanlı Devleti'yle ilgili olarak sorulan bir suale, bir kitabında, 'Osmanlı'nın elbette bir takım yanlışları vardır, ama, bu yanlışlar idi, yanlışlar ıslah edilebilir, giderilebilirdi. Ve o muazzam güç kaabil-i ıslah, Müslümanların elinde ve de müstekbir-emperyalist güçler ondan korkuyorlardı. Ne yazık ki, Birinci Dünya Savaşı'nda tamamen yok edildi..' diyordu, özet olarak..

Evet, aynen böyle idi..

Müslüman halkları tek bir irade ve tek bir baş etrafında veya bir kurum etrafında toplayan ve bir takım yanlışları olsa bile, yine ıslahı kaabil olan bir kurum, dinamitlenmişti..

Bu, nerede ve ne zaman?

Ve, bu noktaya gelişimiz, 24 Temmuz 1923'de İsviçre'nin Lozan şehrinde imzalanan dayatma bir andlaşmayla gerçekleşmiş ve müslüman dünyası, başsız, parça-parça ve her parçanın sadece kendisini düşündüğü bir duruma düşürülmüştü..

Ve ancak, bu andlaşma imzalanmadan 9 ay kadar önce, 1 Kasım 1922'de Osmanlı Yönetimi'ne son verilmiş ve 24 Temmuz 1923'de imzalandıktan 3 ay kadar sonra da Cumhuriyet rejimi ilan edilmişti, ama, yüzde 98'i müslüman olan halkın cumhurunun/ ekseriyetinin iradesi olmaksızın.. Ve 2003 yılında, Lozan Andlaşması'nın kabul edilişinin 80. yılında, dönemin C. Başkanı A. Necdet Sezer'in yayınladığı kutlama mesajında, 'Laik Cumhuriyetmizi kendisine borçlu olduğumuz Lozan Andlaşması'ndan söz ediyordu. Halbuki, rejimin adı, henüz Cumhuriyet olarak konulmamıştı bile..

Nitekim, 'Cumhursuz bir Cumhuriyet' ve devamındaki ilk 27 sene, iki Şef'in mutlak yönetimi altına geçmiş ve milletin inanç dünyasıyla olan bütün bağları birer birer 'medenî' denilen Avrupa'lıların istek, baskı ve alkışlarına uygun olarak koparılıp yok edilmişti..

Bu konuda, sadece, İsviçre Kilise Hukuku'ndan tercüme edilip ismine Türk Medenî Kanunu denilmekle 'türkleştirilmiş' olan 'Medenî Kanun tasarının hazırlanış sebebi'ni izah eden zamanın Adliye Vekili Mahmûd Esad'ın, o kanunun giriş maddesinde de korunan 'Esbâb-ı Mûcibe Lâyihâsı'nda, 'Türk Kanun-i Medenîsi mevkıi mer'iyete vâzedildiği gün, milletimiz, on üç asrın kendisini çeviren itiqadât-ı sakîmesinden ve tezebzüblerinden (yani, sapkın inançlardan) kurtulmuş ve eski medeniyetin hayat ve feyiz bahşeden muasır medeniyetin içine girmiş bulunacaktır..' ifadelerini aktarmak bile yeter.. Ve açıkça, 'Esaslarını dinlerden alan kanunlar, tatbik edilmekte oldukları câmiaları nâzil oldukları iptidaî devirlere bağlarlar ve terakkiyâta mâni belli başlı müessir ve âmiller sırasında bulunurlar. Türk milletinin mukadderâtını asr-ı hâzır içinde dahi Kurûn-i Vustâî (Ortaçağ) ahkâm ve kavaidine raptetmekte, dinin lâyetegayyer ahkâmından mülhem olan ve ulûhiyatla devamlı temas halinde bulunan kanunlarımızın en kuvvetli müessir olduklarından şüphe edilmemelidir.' deniliyordu.

Müslüman bir halkın aslî inanç değerlerine Cumhuriyet adı verilen bir rejimin henüz üçüncü yılında yazılan ve sonra da uygulamaya konulan bir kanun için bu ve daha ağır ifadelere bu cümleler bir küçük örnektir.. Sonra, Cumhuriyet adına yapılan ve her birisi de müslüman halkın en hayatî damarlarını kesmeye yönelik uygulamaların sıralamasını yapmak bile ayrı bir elem konusudur. Ülkenin bir kısmı, evet, müslüman halkın büyük fedakârlıklarıyla ve acılarıyla kurtarılmıştı.. Ama, elde edilen kısmî zafer'in üzerine kurulan yeni düzen, sadece Türkiye'nin değil, bütün müslüman dünyasının üzerine yabancı değerler, bir 'gulyabanî' gibi, çökmüştü.. Yani, merhûm Necîb Fâzıl'ın mısraıyla tekrarlamak gerekirse, 'Öyle bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu..'

Buna bir küçük örnek.. Aradan 75 yıl geçmekteyken, Necmeddin Erbakan'ın Başbakan olduğu, 1996-97'de 'D-8'ler Projesi', gerçekte dünya çapında bir 'Müslümanlar Birliği'nin uygulamaya merhale-merhale konulması plânının bir örneği olacağı korkusuyla engellendi ve kemalist-laik çevrelerin 100 yıla damga vuran tahakkümlerinin bir diğer müdahalesiyle, Erbakan'ın iktidarına sadece 11 ay dayandılar ve emperyalist güç odaklarının alkışları arasında sözkonusu 'tepeden inmeci' güçler, milletin silâhını millete bir daha çevirerek 28 Şubat 1997'deki askerî darbe ile, Erbakan'ı da indirdiler. Ve Şeriat korkusu denilerek ve de, güyâ Cumhuriyet'i korumak adına.. Halbuki, şeriat, kanun demekti, ve İslam çerçevesinde hazırlanmış kanun düzeninin ıstılahtaki ismi olmuştu..

*

Evet, Cumhûriyet sistemi, müslüman halkların, İslamî temeller üzerine kurulu bir dünya düzenini tesis edip işletmek isteklerinde, benimsenebilecek sistemler arasında sultanlıklar/ saltanatlar, hanedânlar, krallıklar, monarşiler, oligarşiler, askerî /militer diktatörlükler vs. değil; evet, gerçek bir Cumhuriyet en önde gelir.. Ama, Cumhursuz bir Cumhuriyet değil, gerçek bir Cumhuriyet.. Yani sınırları, aslî çervevesi, cumhurun, halkın ekseriyetini inanç ölçülerine göre belirlenmiş bir gerçek cumhuriyet..

Evet, ancak böyle bir Cumhuriyet'in, bir ülkedeki halkın ekseriyetinin, (cumhûrunun) iradesine göre belirlenen bir rejim olduğu söylenebilir. Çünkü, Kur'an-ı Mûbîn'in, 'Onlar (mü'minler) işlerini aralarında 'istişare/ şûrâ' ile görürler' (Şûrâ-38) veya 've şâvirhum, fi'l-emr' (İşlerde, onlarla istişare et..)(Âl-i İmrân,159) gibi âyetlerde açıkça ortaya konulduğu üzere, Müslümanları yönetme hakkının kaynağının bu yolla ortaya konulabileceğine dair açık bir işaret vardır. Buradaki İstişâre /Şûrâ emrini, herhangi bir yönetim mekanizmasının başındaki kişinin, etrafındaki belli bir takım kimselerle danışması, istişare etmesi şeklinde anlaşılmaması gerekir. Çünkü, hemen her yönetim sisteminde, idarenin başında olanlar, çevrelerindeki birtakım kişilerle istişare ediyordur. Bu âyetlerde ifade olunan istişareden, 'murâd-ı ilâhî'nin, yönetilen kitlelerin ekseriyetiyle yapılan istişâre şeklinde anlaşılması öncelikli nitelikte olabilir.

Bizde adı 'Cumhûriyet' olan sistemin bu açıdan bakıldığında, yönetilen kitlelerin iradesiyle gerçekleştiğini iddia etmek ise, muhâlin de ötesindedir. Üstelik, adı Cumhuriyet olan bir sistemde tek bir kişinin iradesinin hâlâ da tartışılamaz ilkeler ve devrimler olarak dayatılması ve dârağaçlarıyla uygulamaya konulmasının, 'cumhûr'un iradesiyle gerçekleştiğini iddia edebilmek için kişinin aklını kaçırması gerekebilir... O 'tek kişi dayatması'yla, müslüman bir halkın yüzlerce, hattâ bin yılı aşkın bir zaman dilimi boyunca kendi iradesiyle gerçekleştiğini söyleyebilmek saflık olur. 'Cumhûrsuz ve hattâ Cumhûr'la /halkın büyük ekseriyetiyle ve onların aslî değerlerine savaş açmak' şeklinde uygulanan ve buna rağmen 'Cumhûriyet' adı verilen sistemin, nasıl bir diktatörlüğe dönüştüğünü 200 yıl öncelerde, 'Fransız İhtilali'nde etkili olmuş bir kişinin, ölüm yatağındayken, kendisini ziyarete gelen eski bir arkadaşına 'Cumhûriyet'in diktatörlük günleri ne güzeldi, değil mi dostum..' şeklindeki hasretli sözlerinin bugün, hâlâ, kendi kafalarındaki tahakküm duygularını tatmin imkanı veren 1930'lu yılları, aynı şekilde anmalarına ve o dönemi hortlatmak istemelerine şaşmamak gerekir.

Ki, halkımızın, o dönemin o tek şef- tek kişi uygulamasının ilk merhalesinin 27 yıl sürdüğünü, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'yle başlayan ve 1930'ları hortlatmak isteyen laik-kemalist ve hür olarak tartışılamaz-dokunulamaz bir laik kutsal duygu duvarı oluşturan güçleri ve bu güçlerin, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 10980 , 28 Şubat 1997 Askerî Darbe zorbalıkları'nı göz önünde bulundurması gerekir. Ve denilebilir ki, halkımız, bütün o askerî darbelerin hep 'Cumhûriyet değerleri' dedikleri, gerçekteyse, emperial güç odaklarının beslemesi olan bir avuç ve kendi kendilerini utanmadan, 'aydın' olarak nitelemekten haz alan, gerçekte ise kendi tahakkümlerini pekiştiren askerî darbe yöntemlerinden beslenen zorbacı- diktacı eğilimlileri artık daha sağlıklı şekilde kavrayıp tanımaktadır. Nitekim, mâlum çevrelerin işbirliğiyle ülke çapında tertiblenen 'Cumhûriyet Mitingleri'nin, halkımızı yeniden ipotek altına almak isteyen güçlerce nasıl desteklendiğini ve o hengâmede, 28 Nisan 2007'de, -eskiden bir yayınlanmasıyla- Hükûmetleri deviren 'askerî muhtıra'lardan bir yenisinin daha nasıl tantanalı bir şekilde yayınlandığını ve amma, o zaman Başbakan olan Tayyib Erdoğan'ın çelik iradesine toslayıp darmadağın olduğunu gören halkımızın büyük kesimleri, kendilerine seçimlerde vekalet verdiği yönetici kadroların zorluklar karşısında direnemeyiş döneminin artık sona erdiğini görmüş ve bu direnişin ve 'millet iradesi emaneti'ne sahib çıkan Tayyib Erdoğan'ı daha güçlü şekilde desteklemiş ve 15 Temmuz 2016'da, Amerikan destekli mâlûm güçlerin, en kanlı ve alçak yöntemlerle giriştikleri Askerî Darbe hıyanetini, daha önceki darbeleri uzaktan seyretmişken, 'liderini bulmuş bir halk' olarak, yüzlerce kurban ve binlerce de yaralı vererek nasıl yenilgiye uğrattığı görülmüştü..

Evet, henüz de, Cumhûriyet idaresi'ni bütünüyle kuramayan halkımız, bu yolda Cumhuriyet adı kullanılarak yapılan tahakküm kurallarının, ve bir avuççuk materyalist-laik kesimlerin süngü ucuyla anayasalara kadar yazdırdıkları dayatma zorbalıkların pabucunu dama atmaya mecburdur ve hattâ, buna mahkûmdur...

Bir daha tekrarlayalım.. En sefil hayat, başkalarının istediği ve dayattığı şekilde yaşayan hayattır... Ve müslüman halkımız, ve bütün müslüman halklar, gerçek mânâda kendi öz kimliklerine, inançlarına göre kurulmuş yönetim sistemleriyle yaşamak iradelerini hayata geçirecekler ve başkalarının istediği şekilde bir hayat yaşamak zilletine boyun eğmemek iradesini de göstereceklerdir..

Ama, hâlen de ve yazık ki, Müslüman halkımız, genel olarak bu gibi konuların netâmeli oluşundan duydukları kaygılarla, bir ilgisizlik, boşvermişlik veya 'şimdi zamanı değil..' gibi erteleme sözlerine 1 asra yakın bir süre boyunca tutunmuşlar ve bir takımları da, bizim bütün aslî inanç değerlerimize savaş açmış diktatörce uygulamalara 'zamanın gereği' anlayışıyla bakmaktan kendilerini uzaklaştıramamışlardı.. Ve de, 'Türkiye Meclisi'nin şahs-ı mânevîsinde mündemiç olduğu, orada temsil edildiği' gibi kelime oyunlarıyla kaldırılıp, İslâm Milleti'nin başıboş bir kalabalık haline gelmesinin acısını hissedemiyor ve sonra da 'Müslümanlar niye birlik olamıyorlar?' diye yakınıyor, teessüf ediyorlardı.. Ama, bugün, düne göre, ne istemekte olduğu konusunda daha şuûrlu, daha kararlıdır..

Çünkü, bu 'sosyal getto' durumunda olan bu gruplaşmalar, 'İslâm Milleti' olarak 'Lâilâheillallah Muhammed'un Resulullah' ibaresi etrafında bir millet olan ve sayıları yaklaşık 2 milyarı bulan Müslümanları bugün, kendilerine kutsal gibi gösterilen kutsal sınırlar içinde oluşturulan kutsal vatan anlayışına, kutsal bayraklara ve kutsal resmî marşlara, kutsal ordularla çevrili daracık dünyalarının dışına çıkamaz hale getirmiş bulunuyor..

*

Ama, bu noktada karşılaşılan büyük musibetlerin, kendi özümüze yönelmek gerekliliğini ikaz ve ihtar ettiği gözlenmektedir. Bu vesileyle, Devlet Bahçeli'nin 25 Ekim günü yaptığı konuşmadan, altına imza atılabilecek bir bölümü, buraya alalım: "Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun ötesi, ötekisi, reddiyesi, karşı cephesi, anti tezi değil tamı tamamına aynı kaynaktan beslenip birbirini tamamlayan iki Türk devletidir. Bu hakikat anlaşılmadan tarihi kucaklaşma, biliniz ki hayaldir. (…) Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı İmparatorluğu arasına çomak sokmak, duvar örmek, bariyer dikmek için fırsat kollayanlar unutmayınız ki içimize yuvalanmış gâvur tortularıdır.(….)'

Bilinmelidir ki, Misâk-ı Millî ihlâl edilemez bir egemenlik beyânıdır ve zaman aşımına tâbi değildir. Vatanımızı korumak, devletimizi müdafaa etmek, milli varlığımızı savunmak Anadolu topraklarına saplanıp kalarak yapılamaz. Eğer böyle olursa kademe kademe vatanımızı kaybederiz. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyib Erdoğan bu şuûr ve siyasetle ülkemize yönelmiş tehditleri kaynağında bertaraf etmek için muazzam bir mücadelenin içindedir ve kesinlikle yalnız değildir.

Kudüs güvende değilse, Gazze güvende değilse, Halep güvende değilse, Kerkük güvende değilse, soydaşlarımız ve din kardeşlerimiz güvende değilse, altını çizerek belirtiyorum ki, Ankara'nın güvenliğinden hiçbir akıl ve vicdan sahibi bahsedemeyecektir. Bugün Gazze'de yaşanan felaketler bir insanlık suçudur. Kadîm devlet aklımız ve irademizle devrede olmazsak, siyasi ve diplomatik temaslarımızı askerî caydırıcılıkla desteklemezsek, (…) Gazze'deki dramların bir benzerine, Allah muhafaza ama, Anadolu'da da mahkum olmamız kaçınılmazdır.

(…)'Bu vatanın çocuklarını ateşe atmak istiyormuşuz. Gazze'yi ecdad mîrası olarak göremezmişiz. Ne işimiz varmış Gazze'de. İsrail-Filistin çatışması bizim meselemiz de değilmiş..' Bu ifade sahiplerinin hepsi (…) bir avuç çapulcudur. Gazze'deki toplu katliâmı ve soykırıma varan İsrail şiddetini idrak etmek için Filistinli olmaya gerek yoktur, birilerinin iddia ettiği gibi Arab olmaya, hatta Müslüman olmaya da gerek yoktur, sadece insan olmak, insanî değerleri savunmak kâfîdir.

Hastaneler bombalanıyor. Okullar, câmiler, kiliseler vuruluyor. Ey vicdansız dünya, çocuklar Kelime-i Şehadet getirerek can veriyor. Ey suskun insanlık, hayatta kalan Filistinli çocuklar sırayla kefenlenmiş cansız bedenler arasında anne ve babalarını ağlayarak arıyor ve araştırıyor. Mazlumların 'âh'ı yüreklerimizi yakıyor. ABD-İsrail iş birliğiyle hazırlanmış planlar Gazze'nin yutulmasına hizmet ediyor. (…) Zulüm karşısında tarafsızlık namussuzluktur. Biz çok şükür, namussuz değiliz; tarafız, haklının, mâsumun, insan onurunun, tarih ve inanç bağlarımız olan kardeşlerimizin tarafıyız. (…)'

Evet, Devlet Bahçeli Bey'in 25 Ekim günü yaptığı konuşmadan aktardığımız özet bölümler, musibetler karşısında şuûrlanma açısından ilginç ve inşaallah hayırlı mesajlar da ihtiva etmektedir.

*

Evet, bugün, müslüman halklar, dünyanın hemen her yanında, karşılaştıkları olumsuzluklar, saldırılar karşısında, 'Biz müslümanlar niye uyuyoruz?' diye yakınıyorlar.. Çünkü, pek çoğunun başındaki rejimler, yönetim mekanizmaları, müslüman halkların iradesine göre değil, emperyalist güç odaklarının direktiflerine göre şekillenmiştir.. Bu faasid daire , yine müslüman halkların iradesinde parçalanmadıkça, kurtuluş , beşerî planda çok uzaktadır..

Bizim inancımız ve Peygamberimiz, bize, 'Müminler bir beden gibidir, o bedenin herhangi bir yerinde bir rahatsızlık olursa, ondan bütün beden rahatsız olur' meâlinde buyurmuşsa da, bugün, her müslüman toplum, coğrafî, lisanî, ırkî, etnik ve diğer açılardan birlikte olduğu yakın sosyal çevrelerinin dertlerinden ötesini göremiyor- düşününemiyor; her birisi kendi maslahatını düşünüyor..

Dünyadaki bloklaşma, cepheleşme arayışları giderek artarken ve daha küçük veya güçsüz ülkelerin de altına sığınacakları yeni önceden deneyip delik olduğunu gördükleri şemsiyelerin yerine, altına sığınacakları yeni arayışlar içinde oldukları dünyada..

Sahi, Müslümanlar yeniden, birlik olmayı niye düşünemiyorlar?

Bu sorgulayış ve arayış noktasına da, son asırlar içinde özellikle Osmanlı Devleti'nin parça-parça edilişinden sonra, kendi aralarında onca düşmanlıklar varken, İslâm'ın ve Müslümanlar söz konusu olunca, yekvücud olduklarını sergileyen emperyalist devletlerinin ve güç odaklarının nasıl bir araya geliverdiklerini görünce, biraz daha vardık.. Bu da bir kazançtır,..

*

Bu hatırlatmalardan sonra, Gazze'den, 'HAMAS (Hareket-i Mukavemet-i İslâmî) mücahidleri'nin 7 Ekim günü, sionist İsrail rejimini gaafil avlayıp, geçilemez sanılan bütün güçlü yönlerinin paçavraya çevrildiği büyük hamleye ve de, onu takiben, kendisinin Doğu Akdeniz'deki şubesi durumunda olan İsrail rejiminin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya geldiğini düşünüp korkuya kapılan ve uzaktan yardım ve destekle yetinmeyip, Amerikan emperyalizminin uçak gemileriyle ve her türlü askerî imkânlarıyla Doğu Akdeniz sahillerine gelmesine ve bununla yetinmeyip, Amerikan Başkanı Biden'ın bizzat Tel-Aviv'e gelmesi ve onu, İngiliz, Alman, İtalyan, Hollanda, Yunan başbakanlarının ve Fransa Başkanı Macron'un da Biden'la gönül birliği içinde olduklarını sergilemelerine ve hattâ, 'suları, gıda maddeleri, elektrikleri' kesilen 2,5 milyona yakın sivil Gazze Müslümanlarınca, bombardımanlar altında 20 gündür ezilen ve savunmasız, -yıkıntılar altından çıkarılamıyanlar hariç- 7 bini geçen kurbanlar verilişine ve de, Gazze'de işlenen 'jenosid'e/ soykırıma, emperyalist dünyanın seyirci kalması konusuna da sonraki yazımızda değinelim..

Selahaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN