Arama

Zekeriya Erdim
Temmuz 21, 2019
İstanbul Sözleşmesi’nin açtığı yaralar
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Biz yıllardır; "İlk ve son kale, aile" diyoruz. Ailenin kurulma ve korunma aşamaları konusunda özel hassasiyetler gösteriyor, kişiler ve kurumlar bazında tedbirler alıyoruz.

Birileri de durmadan, yorulmadan bizim bu kalemizi yıkmaya, yok etmeye çalışıyorlar. Şeytanın kötü amelleri süslü göstermesi gibi, masum görünümlü bir dil ve üslup kullanarak vaziyet alıp pusuya yatıyorlar.

Eskiden "Nüfus ve Aile Planlaması" yahut "Doğum Kontrolü" gibi kılişe başlıklar kullanıyorlardı. Kadın sağlığını bahane ederek fütursuzca kürtaj operasyonları yapıp, çocuk katliamını meşrulaştırıyorlardı.

Şimdilerde "cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın hakları, kadına şiddetin önlenmesi" gibi tabirler moda oldu. Devletin kanunları ve kurumları, milletin sivil toplum organları; aile üzerinden insanın ve toplumun doğasını bozarak bir ucubeye dönüştürmenin manivelası haline geldi.

Bu hareketlerinin, son yıllarda aktif olarak kullanılan araçlarından biri; meşhur İstanbul Sözleşmesi. Bir yandan sosyal ve kültürel tahribatların, öte yandan ayrışma ve çatışma zemini oluşturan fikri tartışmaların en önemli vesilesi.

Avrupa Birliği yıllardır bizi kendi bünyesine uygun hale getirerek içine almayı sağlayamadı ama içimize fitne, fesat sokmayı başardı. "Uyum yasaları" kapsamında yapılan düzenlemeler ve arkasından gelen uygulamalar yüzünden toplumsal hayatımızda oluşan fay hatları, sallamanın ötesine geçip sarsma ve hatta yıkma düzeyine kadar vardı.

11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açılan (bu yüzden bu isimle anılan), 14 Mart 2012'de TBMM tarafından kabul edilen, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren, tam adı "Kadına Yönelik Şiddetin ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi" olan bu uluslararası belge; bizi adım adım felakete götürüyor. Tariflerle ve tanımlarla zihinlerde, örneklerle ve uygulamalarla yaşama biçimlerinde; sosyal dengeleri bozan, temel değerleri yıpratıp yok eden değişimler ve dönüşümler getiriyor.

İşin özünde; yaratılıştan gelen cinsiyet farklılıklarını ve kadın-erkek ahitleşmesi ile kurulan evlilik yahut aile yapılarını tamamen reddedip; eş cinselliği, nikah bağı olmaksızın birlikte yaşamayı, aynı cinsle ve karşı cinsle ilişkiye ilave olarak yeni ihtas edilen üçüncü cins nezdinde de sevgililer olmayı meşrulaştırma anlayışı, işleyişi var. Yaratıcı'nın öngördüğü insan ve toplum tasarımı yerine, bazı eksik akılların ürünü olan insan ve toplum tasarımını ikame etme cüretini gösteriyorlar.

İçeride TÜSİAD, Koç Üniversitesi, Tabipler Odası, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Kadın Dayanışma Vakfı, Türkiye İnsan Yönetimi Derneği gibi kurumların sürece sahip çıkarak aktif görevler aldıklarını; dışarıdan UNESCO, Uluslararası Çalışma Örgütü, Friedrich Ebert Stiftung Derneği gibi yapıların çok yönlü destek olduklarını görüyoruz. Bu çevrelerin ve kurumların yerli ve milli bir duruş içinde olmadıklarını ve olmayacaklarını, Türkiye için hiçbir zaman hayır rüya görmediklerini ve görmeyeceklerini artık biliyoruz.

Ancak, İstanbul Sözleşmesi'nin gerektirdiği icraatlar cümlesinden olmak üzere; Milli Eğitim Bakanlığı da devreye girdi. Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği'nin Geliştirilmesi Projesi (ETCEP) kapsamında; çocuklarımıza cinsel farklılıkların gereksizliği ve cinsiyetsizliğin önemi öğretildi.

Ankara 2. Aile Mahkemesi, emsal teşkil edecek bir karar verdi. Evlilik dışı hamile kalan kadın ile kendisine şiddet uygulayan sevgilisi arasındaki ihtilafı çözüp hükme bağlamak için, yerli yasaları bir kenara bırakıp, söz konusu sözleşmeyi dayanak gösterdi.

İlaveten, bizim mahallenin "kadın hakları savunucusu" yeşil feministleri de "kadına şiddetin önlenmesi" gerekçesiyle bu ifsad hareketinin yanında yer aldılar. Kültür ve medeniyet penceremizden bakarak, temel değerlerimizi koruma refleksi ile yola çıkarak tenkit eden, uyaran aydınlara ve yöneticilere kızdılar, köpürdüler, hatta beddua ederek saldırdılar.

Bu deneylerden ve gözlemlerden, işe yarar sonuçlar çıkarmalıyız. Şişi de kebabı da yakmadan; kişisel, kurumsal, toplumsal hayatımıza değer katacak çözümler bulmalıyız.

Öncelikle ve özellikle belirtelim ki; şiddetin, haksızlığın, zulmün, işkencenin, hor görmenin, eziyet etmenin her türlüsüne karşıyız. Bırakın insanları, hayvanlara ve bitkilere karşı bile şefkati, merhameti, iyiliği, adaleti emreden bir dinin, kültürün, medeniyetin mensuplarıyız.

Bizim kendimize gelmeye, aslımıza dönmeye, herkes için huzur ve güven telkin eden kadim değerlerimize yönelmeye ihtiyacımız var ama Avrupa'dan, Amerika'dan ders almaya ihtiyacımız yok. İnsanın, ailenin, toplumun, dünyanın dengesini ve düzenini bozarak "kendisi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı gayriye himmet ede" durumuna düşenlerin anlayışına da yaşayışına da karnımız tok.

Onlar bizim rehberimiz, önderimiz, örneğimiz olamazlar. Bize rol biçemez, ödev veremez, yol gösteremez, hal ve gidişimizi ölçüp değerlendirme cüretinde bulunamazlar.

Arızalı adetlerden, çakma bidatlerden kaynaklanan eksiklerimiz varsa tamamlayalım, yanlışlarımız varsa düzeltelim. Onlar istediği için değil; yazılı vahiy Kur'an emrettiği, yaşanmış vahiy Sünnet örnek uygulamalarla gösterdiği için eşlerimize ve çocuklarımıza saygı ve sevgi duyup değer verelim.

Fakat kadınımız kadın, erkeğimiz erkek, çocuğumuz çocuk, gencimiz genç olsun. İnsan fıtrat çizgisi üzerinde yürüsün, yaratılış gayesine ve misyonuna uygun yaşasın; dünya ve ahiret saadetini bulsun.

Batı'nın batırmak için kurduğu tezgahlara, tuzaklara düşmeyelim. Gümüş tepsilerde, altın yaldızlı kaselerle "hayat iksiri" diye sunulan zehirleri içmeyelim.

Zekeriya Erdim

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN