Arama

Zekeriya Erdim
Ekim 10, 2018
İnsanın pedagojik, psikolojik, psikiyatrik serüveni

İnsanın dünya hayatı içindeki en önemli, en değerli varlığı; canı, canlılığı. Doğum ile başlayıp, ölüm ile biten ve adına "ömür" denilen zaman aralığı.

İsteriz ki; sağlık ve mutluluk içinde, olabildiğince uzun yaşama fırsatı bulalım. Dünyanın bütün nimetlerinden istifa edelim; ne kadar zevki ve sefası varsa tadalım.

Geçtiğimiz günlerde; ilgi çekici bir haber okuduk. Kökeni Hun Türklerine dayanan ve Hindistan ile Pakistan arasındaki çok yüksek dağlarda yaşayan Hunza Türkleriyle; gıyaben tanış olduk.

Bilinen örnekler arasında, 165 yaşını görenler de varmış; ama ortalama olarak 120 yıl yaşıyorlarmış. İçlerinden, 100 yaşında hayata veda edenlere; hayıflanıp, "erken öldü" diyorlarmış.

Kadınları, 65-70 yaşlarında bile doğum yapıp anne oluyormuş. O insanlar; başta kanser olmak üzere, hiçbir ciddi hastalığı tanımıyormuş.

Bunun sırrı; doğal bir ortamda yaşamak ve tamamen doğal gıdalarla beslenmek. Bol oksijenli havayı solumak, buz gibi temiz sulardan içmek, kurutulmuş doğal meyvelerden yemek.

Sonuç olarak; hiçbir şeyin kirlenmediği, zehirlenmediği bir dünya. Bizim için; gerçekleşmesi zor bir hayal, uyanınca sona eren bir rüya.

Çünkü, modern zamanların "çağdaş" insanı; bilimle, teknolojiyle buluştu. Sağlığını ve huzurunu feda etme pahasına; refah içinde, rahat yaşamaya alıştı.

Bu hayat tarzının, ağır bir bedeli var. Fiziğini, kimyasını bozduğumuz yaşam unsurları; bedenimizi, aklımızı, ruhumuzu hasta ediyorlar.

Elimizle, ayağımızla toz kaldırıp; ağzımızla, burnumuzla yutuyoruz. En değerli varlığımız olan canımıza, canlılığımıza; önce kan kusturup, sonra çanak tutuyoruz.

Kendi kendimize yazıp oynadığımız bu serüven; üç önemli safhadan ve süreçten geçiyor. Pedagoji alanında kaybettiklerimiz, psikolojinin; psikoloji alanında kaybettiklerimiz, psikiyatrinin kucağına düşüyor.

Gelin bu filmi; baştan sona izleyelim. Adım adım bozuluşumuzun, deforme oluşumuzun fotoğraf karelerini; birlikte gözleyelim.

Eskiden beri; her fırsatta tekrar ettiğimiz bir gerçek var. Ana rahminden mezara kadar, içinde bulunduğumuz çevre ve ortamlar; bedenimizi, aklımızı, ruhumuzu etkiliyorlar.

Bu etkileşim sonucu; duygularımız, düşüncelerimiz, davranışlarımız gelişiyor. Doğuştan getirdiklerimizle sonradan elde ettiklerimiz birleşip bütünleşiyor; benliğimiz, kimliğimiz, kişiliğimiz oluşuyor.

Söz konusu oluşma ve gelişme sürecinin, birinci basamağı; ailede başlayıp okulda devam eden ve tolumda karşılığını bulup yerleşik hale gelen eğitim safhası. Çocukların ve gençlerin yaş ve dönem özelliklerini hesaba katmadan, fıtri kabiliyetlerinin ve kapasitelerinin alanına ve oranına bakmadan; yeteri kadar bilgi ve bilinç düzeyine sahip olmayan yetişkinler tarafından yönetilen ve yürütülen, belli kalıplara sokma yahut uydurma uygulaması.

Adına "pedagoji" denilen eğitim bilimlerinin bütün gelişmişliğine rağmen; bu safhada ciddi fireler veriyoruz. İyi niyetle yapıldığını düşündüğümüz zorlamalar, zorunlu hale getirmeler yüzünden; insanımızın bazı dallarını kırıyor, bazı iplerini geriyoruz.

İkinci basamakta; adına "psikoloji" denilen ruhbilim var. Okullarda PDR görevlileri, toplumda uzman psikologlar; eğitim sisteminin ürettiği duygu, düşünce, davranış bozukluklarını düzeltmeye çalışıyorlar.

Fakat aile, okul ve toplum yapısı psikososyal hastalıkları tetiklemeye devam ettiği için; bu çabalar sonuç vermiyor. Bozulan dengeler düzelmiyor; işler yoluna girmiyor.

Pek çoğumuz; dinginlikten kırgınlığa, kırgınlıktan kızgınlığa, kızgınlıktan çılgınlığa doğru ilerliyoruz. Üçüncü basamakta; akıl ve ruh hastalıklarının teşhisi ve tedavisi ile ilgilenen "psikiyatri" ilminin kapsama alanına giriyoruz.

Pedagojik, psikolojik, psikiyatrik sorunlarımızın ve sorunlularımızın sayısı her gün biraz daha artıyor. Doğal olarak; bu bozulma hali, hayatın bütün alanlarına ve konularına yansıyor.

İnsanımızın ömrü kısalıyor, hayat kalitesi düşüyor. Kuvvetli yaşama arzusuna rağmen; hızla ölüme doğru koşuyor.

Kişisel, kurumsal, toplumsal, evrensel krizler, anarşiler, bunalımlar; bu denge ve düzen bozukluğundan çıkıyor. Ateşi yangına, rüzgârı fırtınaya yahut kasırgaya dönüştüren dünya düzeni; kendi maliklerini yakıyor, kendi malikânelerini yıkıyor.

Eğer istersek; hepimiz, Hunza Türkleri gibi uzun yaşayabiliriz. Sağlık, huzur ve güvenin hâkim olduğu bir hayat modelini; nesilden nesle taşıyabiliriz.

Bunun için öyle bir aile, okul, toplum yapısı oluşturmalıyız ki; akıl, ruh, beden dengemizi ve düzenimizi bozmasın. Öyle bir eğitim sistemi kurmalıyız ki; tezgâhından geçen çocuklar, gençler, yetişkinler psikologlara ve psikiyatristlere ihtiyaç duymasın.

Belki zor, ama imkânsız olduğunu kim söyleyebilir. Her biçenin biçtiği; kendi ektiği tohumların ürünleri, kendi diktiği ağaçların meyveleridir.

Zekeriya Erdim

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN