Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Ağustos 14, 2019
Kentsoyluluğun ortaya çıkışı…

  1. Kabîle-aşîret ve derebeğliği çağlarından çıkagelip aslı belirli bir soyun arılığına dayanan toprak zâdegânı ile asilzâdeler arasındaki çekişmeler dizisi 1400lerin ortalarına geldiğimizde durulmağa yüz tutmuştur. Bu tarihlerde yeni bir toplum zümresi olarak kentsoyluların ortaya çıktığını görüyoruz. Tarihte ilk defa gücünü belirli bir soy çizgisinde bulmayan toplum zümresi kentsoylulardır. 1670lere varıldığında bu zümre kemâle erip tam anlamıyla bir toplum sınıfı kimliğine bürünmüştür. Kentsoyluların gayrımütecânis bir dokusu olmuştur.

İktisâdî sahadaki üstünlüğünü 1600lerin ikinci yarısından sonra iyice belirginleştiren kentsoylu sınıf kıta Avrupasındaki köprübaşını Fransada 1789 Devrimiyle, yanî İhtilâlikebîrle tesis etmiştir. Kendilerini insancılık ile aydınlanmacılık gibi akımlarda dile getiren kentsoylu sınıfının hukuk ile siyâset ülküleri, ancak İhtilâlikebîrden itibâren Avrupa sathına yayılmışlar, oradan da dünya çapında yaygınlık kazanmışlardır. Erken ile Klasik Ortaçağda Hırıstıyan Avrupasının muhâfızlığı ile yayılmacılığını üstlenmiş Fransa, İhtilâlikebîrle birlikte, evrensel insan hakları, hukukta eşitlik, ruhbân-olmama (la'ıcite), dindışılık (secularite) ile halkidâresi (democratie) neviinden, devrim ülkülerinin bayrağını taşımakla kendini yükümlü kılmıştır. Birçok ülke de İhtilâlikebîr ülkülerini Fransadan apartmıştır. Nitekim bu durumu millî bayraklar bile açıkca göstermektedirler. Fransanın mâvî-beyâz-kırmızı üç renkli (Fr la Tricolore) devrim bayrağının izdüşümünü Belçika, İrlanda, İtalya, Romanya ile Meksika gibi ülkelerin dikey üç renkli bayraklarında görebiliyoruz. Kızıl, devrimin sembol rengi olmuştur. Bundan dolayı kızıl ve hattâ ak yerlerini muhâfaza ederlerken değişen üçüncü renktir. Yalnızca İrlanda bayrağında kızıl/kırmızı yerini azınlıktaki Protestantları temsil eden kavuniçine bırakmıştır.

  1. Ortaçağın ikinci yarısından itibâren zenginleşmiş Yahudîler ile Tapınakcılar yanlarında paralarıyla Fransa ile Felemenk başta olmak üzre, Kıta Avrupasından 1300lerden sonra İngiltereye ilticâ etmişlerdir. İki güç merkezinden biri olup toprağı işlemekten peyderpey kopan soylulardan zâdegân, İngilterede boy gösteren paralı yabancılarla 1450lerden itibâren git gide işbirliğine meyletmiştir. Toprağın dışında kalan alanlarda atılım ile girişimlerde bulunmak yönünde zâdegân, bilek yahut silâh gücü ile gayrımenkule dayanmayan yepyeni bir desteğe kavuşmuştur. Bu, taşınabilir, seyyâl bir dayanaktır: Para. Yeni kazanılmış bahsi geçen güç kaynağıyla zâdegân, 1250lerden itibâren çöküşe geçen derebeğliği düzeninden beri geleneksel soylu rakîbi asilzâdeye karşı bozulagiden kuvvet dengesini yeniden tesis etme imkânına kavuşmuştur. Ortaçağın derebeğlik düzeninin taşıyıcısı olan zâdegân, böylece Yeniçağın yükselen kentsoylu sınıfının öncüleri arasında sayılabilir. Erken Ortaçağdan beri müstahkem mevkilerdeki (Alm Burg) zâdegân mâlikânelerinin müştemilâtına sığınarak zamanla yerleşen kimi kır yahut köy kökenli zevât da bahsi geçen yeni sınıfın kurucu unsurları arasına katılmıştır. Soy sop, güç kuvvetin, şan şerefin yerini maddî etkenler, hâkimiyet tesisinde tayîn edici ölçü hâline gelmiştir. Ortaçağ boyunca derebeğliği düzeninde mal - mal yahut mal - para alışveriş iktisâdı yürürlükteyken, bundan böyle para denilen tümüyle yapma, sunî bir ölçü, ticârî işlemler ile teşebbüslerin ilkesi ile ayarını teşkil edecektir. Şu durumda kadîm devirlerden beri süregelip öncelikle 1200lerden itibâren İtalyada başlayan, 1500lerde de doruğa çıkan mercantilisme iktisât nizâmı, yerini 1650lerden sonra Felemenkte, ama özellikle İngilterede 'mâlî sermâyeciliğ'e, yanî finance capitalismeine bırakacaktır. Kentsoylu sınıfının üstlendiği mâlî sermâyecilik, ortaya çıkışı itibâriyle bir iktisât nizâmıyken, zamanla Yeniçağ dindışı Batı Avrupa felsefe-bilim çerçevesinde işlenerek ideoloji boyutuna ulaşıp 'hürriyetci sermâyecilik' adı altında tanınacaktır. Gerek bu nizâmın, gerek onun ideoloji çatısı gerekse ikisini de sırtlamış olan kentsoylu sınıfın seleserpe var gücüyle etkinliğe geçeceği yeni, koskoca bâkir diyâr, İngilterenin, Atlas Okyanusundaki sâhillerinin karşısına düşen kıyılarda kendi yerleşimine 1600lerden itibâren açtığı topraklar, demekki Amerika Birleşik Devletleri olacaktır.

Derebeğliğin yayıldığı her Avrupa ülkesinde er yahut geç kentsoylu sınıf da zuhûr etmiştir. Gerek nüfus, gerek ülke yüzölçümü gerekse Avrupa çapındaki siyâsî, askerî ve nihâyet iktisâdî ağırlığı itibâriyle andığımız ilk ikisine nisbetle kenârda kalmış gibi gözüken Felemenkte de Kentsoyluluğun ortaya çıkması Fransa'daki ile İngilteredekine koşut yürümüştür. Ne var ki yukarıda belirtilen etkenlerin sonucunda kentsoylulaşma sürecinin başını iki toplum çekmiştir. Bunlardan biri Fransızlar, öbürüyse İngilizlerdir. Hangisi daha öndedir? Bunu belirlemek zordur. Belirgin olan husus, soylular ile nevzuhûr zümre arasındaki meselelerin, İngiltere'de Fransa'ya oranla çok daha pürüzsüz ve kansız hâlledilmiş olmasıdır. İngiltere, kendi meselelerine büyük ölçüde harcamadığı takatını dışarıya yöneltebilmiştir. Nisbî toplumsal mutâbakatı dünya çapındaki teşebbüslerinde güç kaynağı teşkil etmiştir. Fransa ile Felemenkten tümüyle farklı olarak İngiltere, girdiği elleri fethetmekle kalmayıp oralara hatırı sayılır miktarda nüfus aktarıp yerleştirmiştir. Benzerine, gerçi İspanyollarda da rast geliyoruz. Şu var ki denizaşırı topraklara taşınmış olan İspanyol nüfus, çoğunlukla gidip yerleştiği diyârların yerlileriyle karışarak kavmî tiplerine varıncaya dek onların özelliklerini almışlardır. Tabîî, her gittikleri yere dilleri ile dinlerini ekmeği asla ihmâl etmemişlerdir. Ancak bu durum, o ele geçirilmiş ülkelerin birer yeni Ispanya olmasına yetmemiştir. Buna karşılık, İngilizlerin zapdedip yerleştikleri ellerde olabildiğince kimselerle karışmaksızın kavmî tipleri ile öz kültürlerini muhâfaza ederek yeni yurtlarının yerleşik ahâlîsi hâline gelmişlerdir. Neresinden bakarsanız bakınız, kıta boyutlarındaki A.B.D., Kanada ile Avusturalya'dan tutunuz da Atlas Okyanusu'nun güneyinde yeryüzünün yitik bir ucunda Kutbun buzlu yelleri ve sularıyla durmadan kamçılanan minik Falkland adalarına varıncaya dek İngiliz her yerleştiği yöreyi Yeni İngiltere kılmağı becermiştir. Amerika Birleşik Devletleri bir yana, bu yeni İngiltereler isteyerek, başkaldırarak değil, sâdece mesâfelerin zorlamasıyla siyâsetce anayurttan kopmak durumunda kalmışlardır. Yeryüzünün en batısından doğu uçlarına dek serpilmiş irili ufaklı bu 'İngiltereler', hangi bölgede bulunurlarsa bulunsunlar, orasını olabildiğince geniş çapta kültürce, siyâset ile iktisâtca İngilizleştirme gayretine girmişlerdir. Anayurtlarının birer sıçrama tahtası yahut üssü görünümünde olmuşlardır.

İngiliz, Güney Afrika, Avusturalya, Tasmanya, Yeni Zelanda, A.B.D. yahut Kanada gibi, yalnızca nüfus dağılımı seyrek yahut kültürü medeniyet seviyesine ulaşmamış olan toplumların yaşadıkları yöreleri değil, Hindistan çeşidinden hem kalabalık hem de eski ve zengin medeniyetlerin taşıyıcısı milletlerin, hiç olmazsa, belli bir toplum tabakasını dahî İngilizleştirmeği başarmıştır. Bu yolla kültür değerlerini birçok koldan yeryüzünün dört bir yanına yakın zaman aralıklarında zerk edebilmiştir. Sözü edilen kültür değerlerinin filosofların elinden çıkma sistemli bütünlüğü bizlere yüz elli yıllık bir süre zarfında Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetini verecektir.

  1. Avrupa tarihinde geç Ortaçağ'da ilk kentsoylulaşabilmiş toplumlar, Yeniçağ dediğimiz süreci boşandırabilmişlerdir. Hareketi ilk ateşleyen İtalya olmakla birlikte, sürece felsefî sistematik boyut kazandıran, daha önce bahsettiğimiz üzre, Fransız kültürü olmuştur. Süreç, Felemengin yanısıra, Fransa üstünden Norman istilâsı yoluyla İngiltereye sıçramıştır. 1300lerin sonlarına değin neredeyse tümüyle İslâm'ın hâkimiyet sahasında kalmış İspanya ile Portekizse, ancak 1400lerin sonlarında kentsoyluluk merhâlesine ulaşabilmişlerdir.

Derebeğlikleri kurmuş Germen savaşcılarının yola çıkmış oldukları Almanya'nın kendisine gelince; oranın, büyük ölçüde Fransız etkisi altında kentsoylulaşmasıysa, 1600lerin başlarına, yanî protestantlaşma sürecine denk düşmüştür. Almanya kırlık-köylülük-derebeğliği, dolayısıyla da rençberlik ile savaşcılık özelliklerini, görüldüğü gibi, geç tarihlere değin sürdürmüş bir kültür-toplum dünyasıdır. Orada bu süreç eşitce bir dağılım göstermemiştir. Alman coğrafyasında 1500lerin başlarında kentsoylu özelliklerini en erken gösteren Latin-Roma dünyasına bitişik Avusturya ile Fransaya sınırdaş Ren ırmağı boyu bölgedir. Süreç, tedricen, özellikle de, Latin-Roma Katolik dinî ve kültürel tahakkümüne tepki tarzında 1500lerin ilk yarısında patlak verip gelişen ve genişleyen Protestantlık hareketine koşut olarak doğuya Saksonya üstünden Prusyaya 1600lerin sonlarında, yayılmıştır.

Latin-Roma Katolik dinî kültür varlığı, Almanlar arasında sayıca az bir ruhbân aydın zümre tarafından taşınmıştır. Ruhbân-olmayan siyâsî kesim ve özellikle geniş halk kitlesi bu kültürün uzağında kalmıştır. Halkın her bakımdan Latin-Roma kültür varlığına uzak düştüğünün bilincine varan bir kısım ruhbân ve ruhbân-olmayan aydın, sözü edilen muazzam uçuruma tepki göstermiştir. Bahsi geçen aydınlardan biri, ilahiyâtcı filosof Martin Luther'dir. Onun başını çektiği sâdece bir din davâsı olmayıp aynı zamanda bir halk-millet hareketidir. Nasıl Katoliklik Roma-Latinleştirilmiş Hırıstıyanlıksa, Luther'in dimâğında geliştirilmiş Protestantlık da, Hırıstıyanlığın bir o kadar Germenleştirilmiş vechesidir. Nitekim Alman coğrafyasında Latin-Roma etkisini erken devirlerden beri soluyan Avusturya ve onun çerçevesine tâbî kalmış Bavyera ile Fransız kültürüne açık duran Ren bölgesi Katolikliği asla terketmemişlerdir. Alman coğrafyasının bütün öteki elleri Prusya önderliğinde Latin-Roma zihniyet tahakkümüne karşı, aslında 'halk' demek olan, Deutsch cephesinde birleşmişlerdir. Deutsch, dil ile inanç kenetlenmesini ifâde etmektedir. Her iki unsur, birarada, Luthef in Kitabımukaddes tercümesinde karşımıza çıkmaktadır. Bundan böyle milletleşmiş Alman halkı, kendi özelliklerini taşıyan inancının, yanî Protestant Hırıstıyanlığının ifâdesini öz dilinde, Almancada bulacaktır.

Onyedinci yüzyılın başlarından itibâren Prusyanın, Avusturya ile Bavyera bir yana, dağınık Alman devletciklerini birleştirme davâsına kendini adamasından ve bu işi başarmasından sonra, Fransız - Alman çekişmesi, İlkçağın Latin- Roma - Germen hasımlığını devralmıştır. Söz konusu çekişme, zamanla şiddetli bir kan davâsı biçimine büründürülerek yürütülmesi, İkinci Dünya Savaşının 1945teki bitişine değin sürdürülmüştür. Bu hasımlıkta, Fransa, Latin-Roma temelli klasik dindışı Avrupa medeniyetinin incelmiş, arınmış, kibâr, latîf temsilcisi ve amansız koruyucusu ile kollayıcısı kisvesinde sahneye çıkmasına karşılık, Almanlık kendini, bahsi geçen medeniyete şırıngalanmış tâze kan şeklinde görüp nitelemiştir. Latin-Romalılığı esâs alan Fransız telâkkısine mukâbil Almanlık, özellikle de Luther'in dinî ıslâhât hareketiyle birlikte, Hırıstıyanlık temelli bir Avrupa medeniyeti fikrini geliştirdiği görülmüştür.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Prof. Dr. Ş. Teoman DURALI

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN