Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Haziran 4, 2018
'İnsan'ın 'Beşer'e indirgenmiş hali…

ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN ANA İDEOLOJİSİ

1. a) 1963'ün yazında, temmuz yahut ağustos olmalı, o dönemde Doğu Almanyaya bağlı Saksonyadaki, asıl adı Chemnitz, ama Ortakmülkcü idâredeyken Karl-Marx-Stadt olan şehrin merkez kütüphânesi ve belgeliğinde Bay Alfred Kobel ve ben yaşlardaki kızıyla birlikteydim. Alfred Kobel, raflardan cilt cilt kitab ile iri kıyım dolaplardan tomar tomar evrâk çıkarıp önüme sermekteydi. Kafkasya ile Türkistanı gösterir 1930'ların sonları ile 40'lı yıllarda Alman Genelkurmayınca Gothik harflarla basılmış renkli ve muntazam olanların yanında, 50'lilerde çıkarılmış dev boyutlarda, fakat itinâsız hazırlanmış Rusca yazılı haritalar, makaleler, araştırma-inceleme gezi kayıtları, seyâhatnâmeler... Bunların hemen hepsi, Göktürkler ile Uygurlardan başlamak üzre, Türk toplumlarının tarihleri ve coğrafyalarıyla, dilleri ve lehçeleriyle, edebiyatları, iktisâtları ile günlük yaşayışlarıyla ilgili çalışmalardı. Müellifleri arasında, bilâhare hâfızamda canlandırabildiğim kadarıyla, Vilhelm Thomsen (1842 - 1927), Friedrich Wilhelm Karl Müller (1856 - 1907), Carl Brockelmann (1868 - 1956), Kaare Gronbaech (1901 - 1957), Annemarie von Gabain (1901 - 1993) ile Karl Heinrich Menges (1908 - 1999) gibi, Türkiyât ile Şarkiyâtın tanınmış adlarına rastgelinebiliniyordu.

Türkiyâtcı olmağı bir yana bırakınız, adı anılan kişinin, yüksek öğrenimi tamamlamış olduğunu dahî sanmıyorum. Bununla birlikte, kanâatımca, konunun değme uzmanıyla aşık atacak raddede Türklük üzerine bilgilenmiş gözüküyordu. Peki, bu bilgiyi nereden, nasıl ve en önemlisi niçin edinmişti?

b) Adı anılan beğ, albaylığa dek terfîi olmuş 'Waffen-SS' menşeli bir 'Einsatzgruppen' mensubu olup 'Armee-Oberkommando 11' çerçevesinde 1941 güzünden itibâren Karadenizin kuzey batısında görevlendirilmiştir. Vazîfesi, Kırım ile öteki kıyı yörelerindeki şehir ile köylerde bulunan Sovyet komiserlerini, partizanlar ile Yahudî ahâlîyi yakalayıp birincileri, genellikle, esir kamplarına, ikincileriyse, ilkin toplama merkezlerine, oradan da temerküz tesîslerine sevketmekti. Ne var ki 'Einsatzgruppen', sünnetli olduklarından, Müslüman erkekleri dahî, Yahudî sanıp yanlışlıkla tutuklamışlar. Haber, nasıl ve hangi yollardan gitmişse, Ankaranın kulağına çalınmış. Ankara da, Almanya büyükelçisi Franz von Papen'i (1879 - 1969) hatâ konusunda gizlice uyarmış. Von Papen ile Alman Dışişleri yoluyla meseleyi öğrenen 'Waffen-SS' ile 'Einsatzgruppen'in Berlindeki yetkilileri, üniversitelerden kimi Türkiyât hocaları ile konunun diğer uzmanlarını, Kırım başta olmak üzre, ilgili vaka mahallerine göndererek oralardaki görevlileri Müslüman ahâlî ile Yahudîleri nasıl ve hangi ölçülere dayanarak ayırdetmeleri gerektiği husunda bilgilendirmişler. Daha da önemlisi ve ilginci, Yahudîliği benimsemiş Hazarlıların ahfâdı sayılan ve Lehistanın doğusu ile Rusyanın batısında —Ukranya ile Beyâz Rusyada— yaşadıkları tesbît olunan Karaim Türklerini, Israil Yahudîlerinden nasıl ayırdetmek lâzım geldiği hususunda, Bay Kobel'in de aralarında bulunduğu görevliler, aydınlatılmışlar. Bu maksadı hâsıl edecek biçimde bir, bir buçuk ay boyunca bölgedeki Türk boylarının tarihleriyle, dillerinin sınıflanışıyla, nüfus ve halk bilgileriyle, şekil şemâilleriyle ilintili genel ve özgül konularda hemen o yörede yoğunlaştırılmış tarzda ders görmüşler.

c) Buradan da, nitekim, Millî toplumculuğun ana özelliklerinden olan Yahudî-düşmanlığının, öyle din menşeli bir sorun olmayıp düpedüz kavmî bir mesele olduğunu tekrar seçikce görüyoruz.

ç) Bay Alfred Kobel'in encamına, gelince; 22 mayıs 1945'de Almanyanın kayıtsız şartsız teslîm olmasının ardından kasım sonlarında Chemnitz'e karısı ile kızının yanlarına döner. Orada 1946'nın başlarında Ortakmülkcü makamlarca yakalanıp tutuklanır. Mahkemeye çıkartılır. İdâma mahkûm olur. 7 ekim 1949'da kurulan Demokratik Alman Cumhuriyeti[1] makamlarına emniyet kuvvetlerini[2] teşkîl edip teşkilâtlandırma teklîfinde bulunur. Onlar da onun ve hempâlarının teklîfini kabul ederler. Salıverilir. Doğu Almanyada pek az kimseye nasîb olan bir ayrıcalık Kobel'e tanınır; kendisi ile ailesine dayalı döşeli bir daire ile binek araba tahsîs olunur.

2. a) Kızılordu, 27 ocak 1945'de Auschwitz'i ele geçirdiğinde, Rus askerlerinin karşılaşmış oldukları korkunç manzaralardan en inanılmayacak gibi olanı, gaz odalarına gönderilmiş kadınlardan, erkeklerden, yaşlılar ile çocuklardan kırpılıp kesilmiş ağırlığı sekiz ton tutan kıl ile saçtı. Niye? Askerlere elbîse dokumak ve çorab örmekçin. İşte, homo economicusun eşsiz dehâsı!

b) İnsan, insan olalı vukûu bulmuş en tüyler ürpertici bu soğukkanlı cânîliğin baş mimârlarından Heinrich Himmler (1900 - 1945), işlemiş olduğu cinâyetler hususunda, Yeniçağ dindışı Maddeci-Mekanikci Batı Avrupa medeniyeti bağlamında, hiç de öyle yalnız kalmadığını, istisnâ olmadığını bizlere ne de çarpıcı biçimde anlatıyor: "Amerikalılar da, Kızılderilileri insâfsızca katletmedi mi?!"[3]

c) Homo economicus kimdir? Tarihte eşine asla rastlamadığımız, şeytana dahî pâbucunu ters giydirebilecek derecede kıvrak zekâlı, kavrayışı kuvvetli, vâsî ufuklu, bilgiç, aklı fikri geçimi ile kazancına takılı, şehirli 'Yeni beşer tipi'dir. Bu yeni beşer tipi, fütûrsuzdur, ataktır, söz hokkabazı, kavram canbâzı —yânî 'bilgiç' (Fr sophistique)—, kulağının arkasına dek kire, pasa batmış olmakla birlikte, kılığını, kıyâfetini ve istifini bozmayan, feleğin çenberinden geçmiş, cinsiyeti inhirâf etmiş —'kadınsı erkek' (İng 'she-man') yahut 'erkeksi kadın' (İng 'he- woman')— özellikle İngiliz olan, kuzeyli beyâz adamdır. Bu beyâz adam, kendini yeryüzünün ve tekmil servetinin mâliki, beyâz ve kuzeyli olmayan insanların efendisi, hâmisi ve velîsi ilân etmiştir: "Dünyayı sırtlamış beyâz adamın yükü" diye anlamca Türkceleştirebileceğimiz İngiliz Rudyard Kipling'in (1865 - 1936) "the white man's burden" cümlesi ne kadar da manîdârdır. Kipling ile Thomas Carlyle (1795 - 1881), James Antony Froude (1818 - 1894) ile Charles Kingsley (1819 - 1875) gibi Onsekizinci ile Ondokuzuncu yüzyılların İngiliz düşünür ile yazarların yarattıkları kavimce kendini ululama ile kibir havasının doğal sonucu, Heinrich Himmler'in tüyleri diken diken ettiriveren şu saldırgan iddiası olmaz da ne olur: "Yeni hayatı yaratmakçin cesetleri ezerek geçmek zorunluluğu, büyüklüğün lânetidir —büyük olmanın bedelidir!"[4]

ç) Aslında işlenmiş cürümler, öylesine benzersizdir ki, bunları katliâm, cinâyet çeşidinden deyimlerle nitelemek, olayı karanlıkta bırakır. Bu neye benzer? Bir sürü beşerî zihin ile etkinlik özelliğini gösteren bilgisayara, 'o da, insandır' demeğe benzer. Yeniçağ Batı Avrupası tarafından işlenmiş cinâyetler ile girişilmiş katliâmlar, aklîdir, sistemlidirler. Eski devirlerin önemli oranda kendiliğinden patlak vermiş olanların tersine, bu kere tam bir plan, program ve sistem tertîbi ve insicâmıyla ortaya koyulup uygulanmışlardır. Meselâ eskilerin dillere destân zalimlerinden bir Cengiz, bir Hulâgu (Han: 1217 - 1265), temerküz tesîsi olayına tanık olaydılar, nizâmın aklî kuruluşundan dehşete kapılırlardı. Onların modası geçmiş zulmü, insanın bedenliliğine doğrudan öldürücü darbe şeklinde tecellî etmiştir. İnsanın doğal çevresi ile kültür ortamını hedef almamışlardır. Bu sebeple, cânî çekirgeler misâli üstünden geçtikleri toplumları kırıp geçirmiş olmakla birlikte, bunların hayatta kalabilmiş bireyleri, fırtına dindikten sonra yeniden kendilerine gelip toparlanabilmişlerdir. Hâlbuki bugün, yânî 1900'lerin sonlarında artık tüm çevre ve ortam şartlarından yoksun kılınmış Amazon yerlilerinden bir kabîlenin bireyleri kendilerini teker teker öldürüyorlar. A.B.D. ile Kanadada yaşayan Kızılderililer ile İnuitlerin (Eskimo) içkiye müptelâ olarak intihâr ettikleri ve nesillerinin gittikce soysuzlaştığı sık rastgelinen vakalardandırlar. Toparlarsak: Patagonya ile Ateş ülkesinden Avusturalya ile Tasmanyaya, Kafkasya ile Türkistandan Cezayire, Ruvanda ile Burundiye, oralardan Fiji adalarına dek nerede beşerî ve tabîî bunalımlar, sıkıntılar, âfetler, altüst oluşlar yaşanıyorsa, biliniz ki, oralara Yeniçağ Batı Avrupalı, onun da öncüsü ve önderi olan İngiliz adımını atmıştır.

3. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, 1500'lerden itibâren gerek insana gerekse onun doğal çevresine karşı baş döndürücü hızla yükselen sâbıka silsîlesinin doruklarından birini Millî toplumcu (Nazi) şebekenin cânîliği oluşturuyor. Sonuçta, adâlet, 20 kasım 1945 ile 1 ekim 1946 arasında Nürnberg'te vukûu bulmuş duruşmalarda sâdece adı anılan ideolojinin değil de, onun, başta karşı çıktığı, fakat zamanla kendisinden derinden derine etkilenmiş olduğu umursuz ve uğursuz medeniyet ile bunun fikriyâtının kurucu, yönlendirici ve yönetici elebaşlarının da, Batı Avrupalı olmayan mağdûrlarınca yargılanmaları gerektirmez miydi?

4. Millî toplumculuk denilen insanlık fâciası, tepki olarak ortaya çıkmış olsa dahî, Sermâyecilik ile yavrusu ve hempâı Ortakmülkcülük kadar, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin doğal ve zorunlu verisidir! Bugünlerde, son bin yılın en kan dökücü adamı ilân edilen Adolf Hitler (1889 - 1945), Thomas Hobbes ile benzerlerinin fikirce evlâdından başkası değil de nedir?

Filvâki, Hitlerin Yeniçağ Avrupasına ve onun uzantısı olan A.B.D.'ne damgasını vurmuş birçok özge devlet adamı ile komutanından daha kan dökücü olup olmadığı münâkaşa konusu dahî edilebilinir. Mesele, kimlerin kanına girdiğinize bağlıdır. İngilizin çıkar ortağı, müttefiki Avrupa Yahudîsini kırmak başkadır, Zencîyi, Kızılderiliyi, Tasmanyalıyı, Avusturalya yerlisini, Hintliyi, Türkistanlıyı, Filistinliyi katletmek yine başka şeydir. Oysa, Kur'an'ın bildirdiği üzre[5], yanî Ona göre, Allahın 'soluğ'una[6] mazhar olan, bu bakımdan yaratılmışların fevkında yer alan insan ve onun hayatı kutsaldır; dokunulmaz cinstendir; ırk, cinsiyet, dil, hattâ din gerekceleriyle katledilemez:

"Ey insanlık![7] Sizleri bir erkek ile kadın[8] çiftinden milletler ile soy soplar hâlinde Türettik[9] ki, birbirlerinizle tanış olasınız" —yoksa kalkıp birbirlerinize kin tutup düşman kesilesiniz diye değil!

"Gerçekten de Allah nazarında en gözde olanınız, âdillik ile takvada en üstün geleninizdir.

Allah, hiç şüphesiz, her şeyi mükemmelce bilir ve hakkıyla tanır" —Hucurât/ 49 (13).

"İyyâke na'budu ve iyyâke nesta'înu": "Yalnızca Sana ibâdet edip Senden medet umarız" —Fâtiha/1 (5).[10]

İnsanın, Allahın indinde sâdece adâleti ve takvasıyla saygıdeğer olduğundan bahsetmiştik. İşte bu, insanın maddeden değil, Allahın nefesinden oluşmuş bulunduğunu gösterir. Allahın nefesinden varlık bulduğunu her dem hatırında tutan insan, ahlâklıdır. Şu hâlde ahlâkın Allahın inâyetinden gayrı kaynağı yoktur. Ahlâklı olup ona uygun davranmak, demek ki doğru yolda yürümek kararını kişi tek başına verir. Öyleyse ahlâklılık aynı zamanda hürlüktür. Hiçbir hâl ve şart kişiyi doğru yoldan, Hakk yolundan yürümekten caydıramaz, alıkoyamaz. Bu da irâdenin hürlüğünü gösterir. Şartlar onu istemediği yönler ile durumlara sürüklese de, o, Hakka tutunmakta direnir. İşte, böyle bir var olan da insandır.

5. a) 1970'in temmuzunda Londra'da tanıştığım hanımefendi kırk küsur yaşlarında olmalıydı. 1944 başlarında on yedi yaşında genç güzel bir kızken getirilip kapatıldığı temerküz tesîsinden 1945 nisanında kurtulmuş. Annesi ile babası başta olmak üzre, aile efrâdı ile akrâbaıtaallukâtının teker teker gözlerinin önünde ölüme gidişlerine tanık olmuş. Hele, başka bir barakada kalan on, on bir yaşlarındaki derisi kemiğine yapışmış erkek kardeşi sürüklenircesine götürülürken onun faltaşı gibi açılmış hayret dolu iri kara gözlerindeki sesi soluğu kesik o ifâdeyi unutması imkânsız. Ama beterin beteri de vardı daha. 1944 yazının bir gününde sabahın erken saatinde birkaç asker, kadınlara tahsîs olunmuş barakaya girer, etrâflarına bakınırlar. Bu genç kızı yataktan indirip dışarı çıkarırlar. Günlük güneşlik sıcak bir yaz gününün arefesindeydiler. Güneşin sıcağını teninde duyan genç insanın sevincinden, neşesinden hoplayıp zıplayacağı bir vakit. İşte, delikanlı çağındaki askerlerin de aklına bu münâsebetle genç kızla eğlenmek gelivermiş. Bir iki kaba el hareketiyle üstündeki ince geceliği yırtarak al aşağı edivermişler. "Bir ânda çırılçıplak ortada kalakaldım" diyor. "Üstümdeki esvâbın yırtılmasıyla çıplak kaldığımı farkeder etmez iki elimle önümü, avret yerimi örtmeğe çalıştım. Bunu görünce onlar da edepsizce, sırnaşıkca kahkahalar ata ata dibcikle önümü kapatan ellerimi çözmeğe giriştiler. Hani mekrûh bir yaratığa dokunmaktan çekiniyorlarmışcasına bana değmekten kaçınıyor, bu yüzden de dibcikleriyle iş görmeğe gayret ediyorlardı. Utancın yarattığı ıztırâbımın haddi hesabı yoktu. Var gücümle tüm benliğim sarsıla sarsıla 'yâ Rabb, beni bu fecîi hâlde bırakma, Sana sığınıyorum; kurtar beni' diye yalvardım. Gönlümün derinliklerinden yükselen bu yakarışımın hemen ardısıra başımı her nedense sola çevirdim. Şöyle yirmi, otuz metre öteden, meltemde dalgalanıp güneşin parlak ışıklarında altın başaklar misâli şavkıyan saçların altında kahve rengine çalan yanık tenli ince hatlar taşıyan bir yüz ve onun üstünde fener gibi parlak yeşilmi, mâvîmi, tam seçemediğim, bir çift göz. Bana belki asırlarca uzun gelen bir ânda, bakışlarımız kesişti. İşte o lahza olacak, sert ve tereddütsüz bir sesle 'giydirin!' buyruğunu verdi. Serseriler iğrenc eğlencelerine öylesine dalmışlardı ki, subayın buyruğunu algılayamadılar. Dinlenmediğini anlayınca, daha da kalın ve yüksek sesle buyruğunu tekrarladı. Şaşırdılar. Oyunlarının kesilmesinden canları sıkkın hâlde duraladılar. Onun geçip gideceğini varsayarak etrâfımdaki halkayı bozmadan ağızlarından salyalar akıta akıta beni arsız arsız süzmeğe devâm ettiler. Ama bu arada, yanımıza varan subay, bakışlarını çıplak vucudumdan kaçırarak beni derhâl giydirmelerini tekrar bildirdi. Baktılar ki, işin şakası yok, buyruğunu sektirmeden yerine getirdiler. İşte bu, o cehennem hayatında çekmiş olduğum en şiddetli eziyet olmuştur. Temerküz tesîsinden kurtulup da İngiltereye geldikten epeyi sonraları bile, kimi geceler çırılçıplak soyulup ortada bırakıldığımı gördüğüm kâbûslardan kan ter içerisinde uyandığım oluyordu."

b) 1945 yazında İngiltereye gelip yerleşen bu ahlâk insanı hanım, kimsesiz ve eziyet görmüş çocukları barındırıp tedâvî eden kuruluşlarda görev alıp bahsolunan konuda uzmanlaşmış. Demek ki hayatını insanlığın yarınları demek olan çocuklara adamış. "Çocuklar, yarının ümidi. Ben imân etmiş bir kişi olarak ümidin insanıyım. Dün, kapkaranlık, zifirî... Güneşin parlak ışıkları karanlıkları deler geçer. Hayr, şerri er geç darmaduman eder. Bütün mesele hayra inanmak ve şerre karşı sâbırla direnmektir. Ben, yarını uman bir kişi olarak düne dönüp bakmıyorum bile. Öyle kinle, öcle uğraşacak değilim. Tâkatımı boş yere harcayacak ömrüm yok ki. Mümîn kişi, yarınlara doğru kararlı adımlarla yürüyen kimsedir, kısacası, ilericidir."

c) İnsan, ahlâk varlığıdır, dediğimde, gözümün önünde canlanan ete kemiğe bürünmüş örnek, bahsi geçen hanımefendidir. Nedir, nasıl, ne menem bir şeydir, bir varolanın, insanın, hayatını belli bir ilke yahut ilkeler doğrultusunda tanzîm etmesi? Çırılçıplak soyulup ortada bırakılmışlık, niye, nasıl böylesine müdhiş bir cefânın nedeni sayılabilir? Haddizâtında yol açtığı bir beden acısı yok; tersine, bunaltıcı yaz sıcağında rahatlatıcı dahî olabilir. Ne var ki, canlılar arasında sâdece "... insan, yalnızca ekmeğe dayanarak yaşamaz..."! — Kitâbımukaddes, Ahdiatîk/ Tesniye, 8/3.

ç) İşte, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetiyle başlayan yepyeni dönemde 'ekmek'ten özge bir şeyi gereksemeyen beden ile cisme bağımlı bir varolan biçimindeki 'insan'ın, 'beşer'e indirgenmiş hâli baş ilke kılınmıştır.

Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.

Ş. Teoman Duralı


[1] Alm Deutsche Demokratische Republik/ DDR.

[2] Bkz: Aynı yer.

[3] Bkz: Aynı yer.

[4] Bkz: Aynı yer.

[5] Bkz: Mâidel5(32).

[6] "...onu (orantılıca) biçimledikten sonra, RUHumdan onun içerisine üfledim (Ar nefehtu)..." — Hicrl 15 (29).

[7] "yâ en-nâsu": "Ey İnsanlık!"... Allah, şu yahut bu belirli topluluğa, câmiaya, cemaate yahut öbeğe değil, insanlığın tümüne sesleniyor. Öyleyse adâlet ile takva dışında hiçbir ölçü bir insan topluluğunu bir başkasına üstün kılamaz.

[8] Bu ifâde iki anlamı birlikte dile getirmektedir: Hem tüm insanlığın hem de her bir insanın beşerî, yânî biyolojik menşei bir kadın ile erkek, yahut, başka türlü söylersek, bir anne ile atadır.

[9] "khalaqnakum", haddizâtında her ne kadar "yarattık" anlamını taşıyorsa da, buradaki bağlamda onu "türettik" diye karşılamak daha yerinde olur kanısındayız.

[10] Hz Peygâmber, Fâtihayı " Umm el-Kitâp", yânî 'Tebliğin özü' (annesi) şeklinde vasıflandırmıştır. Hz Alî'ye göre de, bu, Hz Muhammed'e vahyolunmuş 'ilk Sûre'dir. Genel kanâatse, ilk sûrenin, Alak/96 olduğu yönündedir —bkz: Muhammed Eset tefsîri, "The Message of The Qur'ân", 1. s.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN