Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Mayıs 8, 2019
Hira Dağı kadar Müslüman…
Sesli dinlemek için tıklayınız.

1960'larda yakın çevremizde olanları ise dış dünyada olanlardan daha da zor öğrenebiliyorduk. Hem, o ülkelerin süzgecinden geçen ve sonra da kendi ülkemizdeki rejimin sansür süzgecinden geçerek halkımıza duyurulan haberlerden öğrenebiliyorduk. Meselâ Suriye'de 1963'lerde cereyan eden karışıklıklar, Müslüman halkın Humus gibi şehirlerde büyük qıyâmlarının kanlı şekilde bastırılış haberlerini daha bir sansürlü şekilde ve el yordamıyla öğreniyorduk.

Bunlardan birisi, İran'daki sosyal dalgalanmalar idi.. 1960'lı yıllarda, İran'da hattâ Şah'a ve başbakanlara ve generallere varıncaya kadar sık sık suikastler ve suikast teşebbüsleri oluyor, kurşuna dizmelerin haberlerini matbuata yansıtıldığı kadarıyla okuyorduk. Bu haberlerde, kurşuna dizilenlerin çoğunu, Şah rejiminin iddialarına göre, ya uyuşturucu ve silah kaçakçıları oluşturuyordu, ya da 'komünistler..'

İran'da, güçlü bir komünist hareketinin varlığından az-biraz haberimiz vardı.. 'Hizb-i Tudeh / Tudeh Partisi'nin, 1905 yılında teşekkül ettiğini ve Rusya'daki komünist partilerinden bile daha eski olduğunu biliyorduk. Ama, Şah rejiminin karşıtlarının temelde sadece bu iki güruh olduğunu sanıyorduk. İran'daki İslâmî çevrelerin varlığından da haberimiz yoktu, ne düşündüklerinden ve ne yaptıklarından da.. Hattâ o kadar ki, 1963'de patlak verdiğini sonradan öğrendiğimiz ve binlerce insanın katliyle bastırıldığı ve Şah rejimi tarafından yapılmak istenen 'toprak reformu'na karşı çıkıldığı gerekçesiyle 'İnqılâb-ı Sefîd' diye anılan ve o konuda 'Ak Devrim' adıyla Türkçe bir kitabın da yayınlandığı büyük halk hareketinden, qıyâmından haberimiz çok sonralarda olmuştu. Hattâ o kadar ki, o büyük qıyâm'ın liderinin Rûhullah Mustafevî- Khomeynî adında ve Tahran'ın 130 km. güneyindeki Qom şehrinde bulunan ve de Şiâ mezhebinin medreselerindeki büyük ulemâdan ve Şia mezhebinin müçtehidlerinden birisinin olduğunu ve o qıyâm'ın bastırılmasından sonra, Şah'ın Türkiye Başvekili İsmet İnönü ile anlaşıp, o zatı gizlice Türkiye'ye sürgün ettiğini, Bursa'da 11 ay gizlice ikamete mecbur tutulduğunu çok sonralarda öğrenecektik.

Ve kezâ, o qıyâm sırasında 15 binden fazla insanın öldürüldüğünü İranlı bir komünist gencin Fransa'da bir dergide yayınlanan röportajından öğreniyorduk. Ki, o kişinin beyanı ilginçti ve, 'Biz komünistlerin sesi dünyada az-çok duyuluyor.. Ama, Haziran-1963'de patlak veren ve günlerce süren büyük halk ayaklanmasına dindar halk kesimleri, dinî sloganlarla katılmışlar ve Şah'ın güvenlik güçleri o zaman on binlerce insanı öldürmüştü, ama, o on binlerin feryadı dünyaya hiç yansımamıştı..' diyordu, özetle..

İran o dönemde bu durumdaydı.

*

Pakistan'da ise.. Halk tarafından şimdi bile hatırası genelde hayırla ve övgüyle anılan Mareşal Eyyub Khan'ın güçlü liderliği vardı. Eyyub Khan kendi ülkesi sınırları dışındaki dünyayla ilgilenip projeler üretiyordu.

Bu cümleden olmak üzere, Pakistan- İran ve Türkiye'nin bir konfederasyon oluşturması teklifini ortaya attı. Konfederasyonda ülke uluslararası devlet kimlik ve niteliklerini koruyacak, iç siyaset ve düzenlemelerini kendileri yapacaklar ve amma dış siyaset ve savunmada, tek bir irade halinde hareket edeceklerdi. Taa, Bengal Körfezi'ndeki Doğu Pakistan'dan, Batı Pakistan'a ve oradan da İran ve Türkiye üzerinden taa Balkanlara kadar uzanacak olan ve bu ülkelerin o zamanki nüfusları itibariyle 180-200 milyon insanı barındıran bir coğrafî şerit..

İsmet Paşa bu teklife hemen karşı çıkmıştı, 'Bu teklif bizim 200 yıla yaklaşan Avrupa'yla bütünleşme siyasetimize aykırıdır, kabul edilemez!' diye.. İnönü, kendi laik ve Avrupalılaşmayı esas alan bakış açısına göre, kendi mantığınca tutarlı idi.. Buna rağmen, bu teklif bizim Müslüman halkımız arasında heyecanla karşılanmıştı, 'İnşallah bütün Müslümanlar birlik olurlar..' temennisiyle.. Ama, halk kitleleri, rejimlerin tepe noktalarına emperial odakların oturttuğu liderler ve kadrolar bertaraf edilmedikçe o temennilerinin gerçekleşemeyeceğini bilemiyorlardı.

*

O sıralarda, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nin 'kudretli albayı' olarak bilinen ve ama ihtilalin henüz 6. ayında darbeci subaylar arasında meydana gelen derin ihtilaf sebebiyle, o darbenin karar organı olan Millî Birlik Komitesi'ndeki 13 arkadaşıyla birlikte tasfiye edilip sürgün olarak 4 yıl kadar yurt dışına (ve yurt dışındaki temcilciliklere askerî danışman sıfatıyla) gönderilen ve '14'LER' diye meşhur olan darbeci subaylar grubunun lideri olan (emekliye de sevkedilmiş Kurmay Albay) Alpaslan Türkeş de gönderildiği Hindistan'dan ülkeye dönmüş ve ünlü siyasetçi Osman Bölükbaşı'nın lideri olduğu CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) isimli siyasî yapıyı bir kongre sırasında ele geçirip adını Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirmiş ve siyasî hayata, yeni bir ses ve heyecan getirmişti. Çünkü, önceki siyasetçilerin ağızlarına almaktan korktukları, halkın inanç dünyasına aid bazı terimler de dile getiriliyordu. Türkeş'in dile getirdiği 'Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız..' gibi bir ibare bu kabildendi ve bizim genç dimağlarımızda, tabiatiyle derin etki bırakıyordu. Çünkü, inanç dünyamıza aid bu gibi ifadelerin, eski siyasetçilerin sözlerinde hiç yeri yoktu.. Milletin ve ülkenin geleceğinde söz sahibi olan siyasetçiler, sanki halkımızın inanç dünyasından çoook uzaklarda idiler. En fazla, Adnan Menderes, İstanbul'a gittiğinde, Hz. Peygamber (SAV)'in sahabesinden Eyyüb Sultan Türbesi'ni ziyaret eder ve bu arada Eyyüb Sultan Camiinin eskiyen halılarının yenilenmesi için talimât verir ve bu bile Anadolu'ya yansır ve CHP muhalefetinin elindeki matbuat bunu bile din istismarı olarak eleştiri konusu yapardı. Siyasetçileri, subayların, yüksek bürokratların Cuma namazlarında bile görülmesi mümkün olmaz, laik kadroların katılmak zorunda kaldıkları cenaze namazlarında bile, o kesim, namaza iştirak etmez ve namaz kılanları uzaktan seyrederlerdi.

Şimdi ise, yarım-yamalak da olsa, bizim kalbimizde yeri olan ve ilk olarak Demirel'in, kendisine yönelik masonluk iddialarını etkisiz bırakmak için, 'Ben evinde Kur'an okunmadan sabah kahvaltısı yapılmayan bir ailenin çocuğuyum..' gibi sözlerle siyasî söylemlere dâhil ettiği İslâm'a aid ibareler, terimler bu kez de Türkeş tarafından, 'Hira Dağı kadar Müslüman olmak' gibi sözlerle yeni bir merhaleye taşınıyor ve bu derin alışık olmadığımız yankılar meydana getiriyordu. Bu ibarelerin siyasî literatüre girmeye başlamasını bugünün nesilleri anlamakta zorlanırlar, ama, o dönemde ilk olması açısından çok önemliydi. (Hatırlanmalı ki, M. Kemal'in cenaze namazı kılınmadan defnedilmek istenmesi üzerine, kızkardeşi Makbule'nin şiddetli itirazlarıyla, Dolmabahçe Sarayı'nın iç avlusunda birkaç kişinin katıldığı bir cenaze namazı kılındığı söylenmiştir, ama buna aid net bir film görüntüsü yoktur; sadece bir görüntünün o cenaze namazına aid bir sahne olduğuna dair zorlamalı iddialarla yansıtılan bazı sahneler vardır.)

*

İşte o hengâmede, 1965 başında İnönü, bütçenin Meclis'te reddedilmesi ve güvensizlik oyuyla düşürülmesi üzerine, yeni hükûmet, Suad Hayri Ürgüplü'ye kurduruluyordu. Çünkü, Demirel AP lideri olduğu halde, henüz m.vekili olmadığı ve 40 yaşına da gelmediği için, Cumhurbaşkanı kontenjanından senatör de seçilemediği için, yeni bir isim lâzımdı ve bu yüzden de Suad Hayri Ürgüplü etrafında birleşiliyordu. Çünkü, babası Hayrullah Efendi, Osmanlı'nın son Şeyhulislâmlarından idi. Bu bile halk üzerinde ayrı bir etki meydana getiriyordu.. (Gerçi, 1949'da, İnönü de, 1908'lerin, İkinci Meşrutiyet döneminin ateşli İslamcısı, İslam tarhi sahasında önemli bir isim olan Prof. Şemseddin Günaltay'ı başvekil yapmıştı, ama o eski kimliğinden hemen hiçbir iz taşımıyordu artık..) Ürgüplü, Ekim-1965 başındaki seçimlere ve seçimlerde AP tek başına iktidara gelinceye ve Süleyman Demirel Başbakan oluncaya kadar Başbakanlık'ta kaldı.

*

Demirel Başbakanlığa gelişinin ilk yıllarında dindar çevreleri memnun edecek bazı söz ve uygulamalar ortaya koyuyor ve bir 'Müftüler Toplantısı'nda yaptığı konuşmada, 'Benim vatandaşım, bu ülkede göğsünü gere gere, Müslümanım diyebilecektir..' diyor ve daha öncelerde duymadığımız bu gibi sözler bizi kararsız hale getiriyordu..

Hele 1966 senesinde, bir bayram sabahında bir vaiz edâsıyla, güzel bir bayram mesajı yayınladığı zaman kemalist-laik medya tarafından öyle bir topa tutulmuştu ki, tasavvur edilebilir..

O günlerde, bir Cuma günü , Sultanahmed Camiinde Cuma namazına gelmişti, Demirel.. Bu, her halde, TC. tarihinde, bir başbakanın ilk olarak halkın arasında , camide namaz kılmasına ilk örnek oluşturuyordu. Nitekim, o zaman, Sultan Ahmed Camii İmamlarından meşhur Gönenli Mehmed Hoca, minber de hutbe okurken, 'Cemaat, bugün burada başvekil de aramızda namaz kılmaktadır. Geçmişte böyle bir örneğimiz yoktu..' mânâsında bir bilgilendirme cümlesi kurarken, boğazında memnuniyetinden dolayı sevinç hıçkırıkları düğümleniyordu.

*

O sıralar Isparta-İslâmköylü Süleyman Bey'in anası Ümmühan Teyze, köyündeki kıyafetiyle, oğlunu görmek için Ankara'ya geldiğinde matbuatta homurdanmalar başlıyordu.

Ama, bu yazılar veya o yazılarla harekete geçirilen mâlum Derin Devlet güçlerinin rahatsızlıkları mı etkili olmuştur, bilemem; Süleyman Demirel, iki sene geçmeden, yavaş yavaş, kendisini iktidara getiren çevrelerin, o günlerdeki isimlendirmeyle, 'milliyetçi- muhafazakâr' çizgisinden laik-kemalist bir çizgiye doğru kaymaya başlamıştı. Ve bu makas değiştirme, sonunda, partinin bölünmesine ve Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli liderliğinde 'Demokratik Parti' diye -velev ki, başarılı olamayıp kısa zamanda buharlaşsa da, bir ayrı partinin ortaya çıkmasıyla noktalanacaktı.

*

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN