Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Nisan 4, 2019
Suç aleti olarak takke, tesbih ve risaleler...
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Bu arada, Ankara Sağlık Okulu'ndan mezun olup, önce Konya'da Devlet Hastanesi ve sonra askerlik ve sonra Diyarbekir'de Hıfzıssıhha Enstitüsü'nde geçen yıllarım öyle kenarından teğet geçilemeyecek derecede doludur, rengarenktir. Bu konuda hafızamdan birkaç kesit aktarayım..

*

Üniversiteye giriş imtihanlarına katılabilmem için, 'Lise mezunu' olmam gerekiyordu. Lise mezunu sayılabilmem için ise, bir meslek lisesi konumunda bulunan Sağlık Okulu'nda okutulmayan lise fark derslerinin imtihanlarını vermem gerekiyordu. O imtihanlara girip çıkıyordum...

Ortaokulda iken ilçemizde yeterli öğretmen olmadığından aritmetik, geometri, fizik, kimya, Fransızca gibi derslerde sağlam bir eğitim almamıştık. Sağlık Okulu'nda da -meslek okulu olduğundan- Fransızca hariç diğer derslere gerek yoktu. Onun yerine tıbbî konularda yardımcı veya yarım hekimlik denilebilecek konularda dersler vardı. Bu bakımdan, 'lise fark dersleri' imtihanlarına girmek kolay değildi... Özellikle cebir, fizik, kimya gibi dersleri hiçbir temel yokken, öğrenip imtihanda başarılı olmak kolay değildi. Ama, çalıştıkça bu dersleri bayağı sevmeye başlamıştım.. Yine de 2-3 yıl sürdü süreç...

Sonunda, imtihanları verdim ve lise mezunu sayılarak, üniversite giriş imtihanlarına girmek hakkını elde ettim. Üniversite giriş imtihanlarından aldığım puanlara göre, o zamanki sisteme göre, birkaç yere kaydımı yaptırabiliyordum. Erzurum Tıb, Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri... İzmir'den bir fakülte, o da tıb alanındaydı galiba, unuttum. Bir hayli tereddütten sonra tıb sahasına fazla ilgi duymadım ve sonunda İstanbul Hukuk'a kaydımı yaptırdım. Ama, memuriyetim Diyarbekir'deydi... Sağ-sol kavgaları ve bir kısım solcu gruplarca, öğrencilerin problemlerini halletmek sloganıyla tezgâhlanan üniversite işgalleri yüzünden zaten dersler yoktu, üniversitede... Ayrıca, Hukuk'ta her sınıfta yüzlerce öğrenci olduğundan dersleri takip mecburiyeti kağıt üzerinde kalıyor ve kimse devamlılık kontrolü yapmıyor ve böylece sadece sene sonu imtihanlarına girmekten ibaret bir ders yılı geçiriliyordu.

O konuya, o fırtınalı yıllara daha sonra yine değinmek üzere, hafızanın başka kayıtlarına bakalım..

*

Askerlikten sonra, Diyarbekir Hıfzıssıhha Enstitüsü'ne tayinim yapılmıştı.

Hıfzıssıhha Enstitüsü, isminden anlaşılacağı üzere, sağlığın korunması hedefine yönelik çalışmalara ağırlık veriyordu. Su kaynaklarının kontrolü, gıda maddelerini kontrolü, mikrobioloji ve bio-kimya alanındaki tahliller, ayrıca, ilçelerdeki sağlık kontrolleri, ve hattâ bütün bölgeye yönelik sağlık kontrolleri, koruyucu hekimlik çalışmaları vs.

Böyle olunca da, sadece masa başı veya laboratuarda tahlillerle meşgul olmakla yetinmeyen, mesai saatleri dışında Diyarbekir'in kahvehanelerinde, câmi önlerindeki arkalıksız taburelerde, memur kulüplerinde, gençlik lokallerinde ve ilçelere gidildiğinde oralardaki halkın daha çok bir arada olduğu mekânlarda, yaşlı-genç, yerli, başka illerden gelen memur veya esnaf, her kesimle irtibat ve sohbetler.

Diyarbekir epeyce hareketli bir şehirdi. Şehirde hemen herkes Türkçe biliyor ve halk kendi arasında, kolayına hangisi gelirse, Türkçe veya kürdçe konuşuyor ve hattâ bir dil yetmediği zaman konuşma kürdçeyken Türkçeye, Türkçeyken kürdçeye dönebiliyor ya da kürdçe bilenlerin bile anlamakta zorlandığı ve adını yeni duyduğum zazaca lehçesi denilen bir dille veya oldukça bozuk bir telaffuz şekliyle konuşulduğu için arabça bilenlerin bile anlamakta zorlandığı bir arabça ile konuşmalar bir çok mekânda işitilebiliyordu..

Bazı mekânlarda kürdçe konuşulmasının yasaklanmasından rahatsızlıklar dile getiriliyordu. Biraz türkçü eğilimli olanlar da vardı ve bunlar aslen bir kürd çocuğu olan ve Diyarbekir Sibyan- İlkmektebine, 'Elsine-i kürdiyyeden kurmanç lisânına vâkıf (kürdçe dillerinden kırmanço'yu bilen), Muhammed Tevfik Ziya Efendi' diye kaydedilmiş olsa da, 'Türkçülüğün Esasları' kitabıyle, Osmanlı'nın son döneminde ve TC'nin ilk yıllarından itibaren okumuş nesiller üzerinde etkili olan Ziya Gökalp'in fikirlerini devam ettirmek istiyorlardı. Ama, sosyal hayatta kendisini hissettiren fikrî ve sosyal cereyanlar daha çok İslamî konulara ayarlıydı. Medreselerde yetişmiş saygın mollalar vardı. Bu insanlar, yaşayışlarıyla sâde, halkın içinde yaşayan, bu yüzden de halk nazarında hayli itibarlı kimselerdi.

Onlardan ayrı olarak, bir de Said-i Nursî'nin Risale-i Nûr denilen kitapçıklarını okuyanlar genelde Nurcu olarak nitelenen kesimler vardı. Bu taife, genelde, hali-vakti yerinde olan esnaf ve memur kesimi arasında olup, geceleri evlerde çay sohbetleri esnasında bu Risale'lerden bölümler okuyorlardı.

Ancak, Said Nursî merhûmun dili kürdçe, farsça, arabça karışımı ve bu dillerden hiçbirisinin genel kabul görmüş gramer kurallarına uymayan ağdalı bir tarzı vardı. Risale'ler de bu yüzden pek anlaşılmıyordu, okuyanlarca da, dinleyenlerce de.. Ama, genel olarak nelerden söz edildiği bilindiğinden üzerinde tartışma yapılamıyor, herkes anlamış ve kabul etmiş gözüküyordu. Bu sohbetlere katılanlar, başka yerlerdeki, kahve köşelerindeki ya da evlerdeki malayanî sohbetlere katılanlara nisbetle, İslâmî konularda daha bir dikkatli ve bilgili durumda gözükürler ve toplumda bir özel câzibe/ çekim odağı durumuna gelirlerdi.

Bu gibi sohbet toplantılarına, ihbar üzerine, jandarma- polis baskını yapılır, suç âletleri olarak bu risaleler, ayrıca, takke ve tesbihler 'ele geçirilmiş' olur ve bunlar radyolardan ülkeye duyurulur ve Risale-i Nûr taifesi, bir öcü, bir gulyabani taifesi gibi gösterilirdi. Hattâ o kadar ki, İsmet Paşa, girdiği seçimlerden yenik çıkınca ilk planda Risale-i Nûr taifesini suçlardı, kendilerinin yolunu kesenler olarak.. Doğrusu, o Risale'lerin dili bana da ağır geldiği gibi, ayrıca anlatılan-anlaşılan kısımlarda ileri sürülen görüşlerin bir kısmını sahib olduğum İslâm inancı ve bu inancın bilgi çerçevesi içinde yerli yerine oturtamıyor ve bunu söylediğim zaman da, doğru dürüst izah yapılamıyor, sadece çok sık itiraz etmenin doğru olmadığı ihtarıyla dolaylı şekilde ikaz ediliyor, anlamadan, manevî açıdan bir özümsemeyle kabullenmeye yoğunlaşmam gerektiği' gibi bir eğitim hatırlatmasıyla karşılaşıyordum. Evlerdeki bu gece sohbetleri daha çok hali vakti yerinde olan veya evi müsaid olanların evlerinde yapılıyordu. Askerî lojmanlarda daha çok astsubayların evlerinde ya da Devlet Su İşleri'ndeki mühendislerin evlerinde.. O zamanlar Diyarbekir DSİ'de, Urfa Kapı'dan istasyona doğru giderken, yolun solunda Şehitlik Caddesi köşesinde idi ve DSİ Bölge Müdürü olarak da Fehim Adak ve Recaî Kutan gibi, daha sonra Erbakan'ın siyasî çalışmalarında etkili mühendis isimler arasında yer alıyordu.

Bir de büyük ağabeyler vardı ki, onlar risaleleri yorumlayan ve cemaatin akıl hocaları durumunda olan kimselerdi. Bunların başında da PTT'de çalışan Muzaffer ağabey gelirdi... (Sonraları siyasette parlayan Abdulkadir Aksu'nun babası olan) Muzaffer ağabey, iddiasız bir isim olarak gözükürdü, ama, memur olması eleştiri konusu edilirdi, muhalifleri tarafından.. Bunların başında da, bir emekli subay gelirdi. Onun da devletten emekli maaşı aldığını hatırlattığımda bozulanlar olmuştu.

*

Evet, Nurcu kesim arasında da gruplaşmalar vardı.. Daha çok, az eğitimli saf- samimî müslümanları etrafında toplayan söz konusu emekli subay, o zaman Diyarbekir'in epeyce yukarısında, Dicle kenarında yaptırdığı şato havasında bir evde oturur ve oraya da çamurlu yollardan güçlükle gidilirdi.. Bağlılarından 'ilme hizmet' adı altında maaşlarının onda birini aidat olarak vermelerini isterdi.. Beni oraya götüren arkadaşlardan birisi, Batman'da Türkiye Petrolleri A.Ş' de memur olarak çalışan bir teknikerdi. Ben 450 lira maaş alırdım, o ise 1.100 lira.. Her ay 110 lira verdiğini, benim de 45 lira vermem gerektiğini söylerdi. Çünkü 'Ağabey' dedikleri o emekli subay, onlara ilim öğretiyordu.. Oğulları ise, Dağkapı'daki Ordu Evi'nde bilardo masalarında vakit geçirirlerdi..

Bu emekli subay, ayrıca, bazı dersleri şapoğraf makinesi denilen ve mumlu kağıt tekniğiyle teksir edilen, çoğaltılan bir sahifelik ders notlarını da ya da oğullarına yazdığı nasihatlerden oluşan şiirlerini 2,5 liradan verirdi 'öğrenci'lerine.. Bir de camilerde, cemaat içinde birbirlerini tanımaları için özel bir takke şekli diktirmişti, onu da sadece 7,5 liracıktan verirdi.. (Biz ki, Necîb Fâzıl'ın haftalık 'Büyük Doğu' dergisine bile 1 lira vermekte zorlanırdık.. Günlük gazetelerin 15- 20 kuruş olduğu dönemdi..)

Haftalık toplantılara en an 50 'talebe' gelirmiş.. Ama, bu talebeler, 'ağabeyleri'ne derin bir hürmetle bağlıydılar. 'Ağabey' ise onlara, 'kendisinin bir nimet olarak gönderildiğini, kendisinin onlar üzerinde şefaatçi olacağını' söyler ve kendisi kadr'u kıymetinin bilinmesinin, menfaatleri icabı olduğunu anlatırdı.. Hele bir şoför vardı, El'Aziz'li.. Said Nursî'nin hizmetinde bulunmuş birisi olduğu söylenirdi. Bu zatın dediğine göre, vefatından kısa süre önce Said Nursî'nin hizmetinde bulunmuş ve onun abdest almasında ibrikle su dökmüş, havlu tutmuş birisiydi. Said Nursî, ona, 'Oğlum Ömer.. ben artık bu dünyadan gidiyorum..' demiş.. Ömer de, 'Bizi yalnız bırakıp nereye gidiyorsunuz efendim?' diye ağlamış.. Üstad diye andığı Said Nursî de, guyâ, 'Niye başsız ve yalnız kalasınız ki.. Sizi M. K'ya bırakıyorum..' demiş..

İşbu emekli subay M. K. ' Oğlum Ömer, Üstad ne dedi, bir daha anlat.. Herkes duysun..' der, o da hüngür-müngür ağlayarak, Üstad'ın kendisine söylediğini ileri sürdüğü sözleri tekrarlar; herkes de duygulu anlar yaşar, M.K da herkesi süzer ve 'talebe'lerini duygulanmalara göre derecelendirirdi âdetâ... Başka 'nurcu' ağabeyleri ve beğenmediği kimseleri 'zındıklık'la suçlar ve 'Zinhar onlardan uzak durunuz' derdi..

Bu arada, 'Bakınız, mâdem ki, Risale-i Nûr'lar suç sayılıyor, bunları Risale-i K…' olarak yazalım.. Maksad, Risale'nin ismi değil, muhtevası, içinde verilen mesaj değil mi .. ' der, ve 'talebe'leri, 'ağabey'lerini bu 'harika' buluşlarını ve çözüm yolunu hayranlıkla kabul ederlerdi..

Ben o tekniker arkadaşla bir defa gittim ve o kişinin tavırlarından hiç hoşlanmadım. O da benden hoşlanmamıştır tabiatiyle. Çünkü, ben hep süzdüm ve soğuk durdum..

Birkaç hafta sonra o tekniker arkadaş ziyaretime geldi.. 'Ağabey'den ne haber?' dedim..

İyidir diye geçiştirdi..

'Benimle ilgili olarak, 'Zinharrr o zındıktan uzak durunuz..' demedi mi?' dediğimde şoke oldu, 'Âbi , bunu sana kim aktardı..' diye sordu.

Aslında birisinin aktarmasına gerek yoktu. Adam, gözüne kestiremediği herkesi hemen 'zındık' olarak niteleyip, 'talebe'lerini, o gibilerden, 'Zinhar , uzak durunuz..' diye uyarırdı veya uyuturdu.

*

Aradan yıllar geçti.

İstanbul'da Söğütlüçeşme Camii'nin avlusunda, bir bankta oturdum, elimde bir kitabı okuyor ve akşam ezanını bekliyordum.

Uzaktan uzun boylu, epeyce yaşlanmış , elinde bastonuyla, birisi gelip yanıma oturdu, selam vererek..

Selâmını aldım, ama hemen hatırıma geldi ki, bu zât, o M. K.'dır..

Elimdeki kitabın İslâmî muhtevalı bir kitab olduğunu görünce, 'Maşaallah, böyle genç insanların böyle kitablar okumaları ne güzel..' gibi bir cümle kurdu..

Sonra, 'Kimsiniz, nerelisiniz?' gibi mâlum ısınma sorularını sordu..

'Ben sizi tanıyorum efendim' dedim..

'Nereden?' dedi..

'Diyarbekir'de, Dicle kenarındaki malikanenize geldim.. Oğullarınızı filanlar vardı.. Ordu Evi'nden çıkmazlardı.. Yanlış değil, değil mi?' dedim..

Biraz dikkatle baktı ve hiçbir şey demeden kalktı-gitti..

Sonra A. Türkeş'in partisinden m.vekilliği için aday oldu ve seçilemedi.. Sonra da ölmüş..

*

Bu arada, tefekkür, edebiyat, ülke ve bölge ülkelerindeki ve dünya siyasetindeki gelişmeleri dikkatle takib ediyor, bu konularda haftada 1-2 yazı yazıp kendine yakın bulduğum gazetelere veya dergilere gönderiyordum. Ancak böyle yayınlar o kadar az idi ki, belki de hiç yoktular.. Günlük gazetelerden 'Yeni İstanbul'u okuyordum. Bu gazete o zamanki tanımlamalara göre bakılacak olursa, halkın inançlarına ve kutsal bildiklerine saygılı bir yayın organı idi. Yazılarımı biraz kısaltarak 'Üniversite ve Gençlik' köşesinde yayınlıyorlardı. Daha sonra ise, yazılarım olduğu gibi yayınlanmaya başlanmıştı. Bu da beni yüreklendiriyor ve hevesimi daha bir kamçılıyordu. Ayrıca bazı dergilere de yazıyordum.

İç siyaset konusunda pek yazdığım olmuyordu. Çünkü, iktidar güçleri, İsmet Paşa ve asker ve de kemalist-laik kadroların elindeydi ve 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'yle iktidardan uzaklaştırılıp Yassıada'da kurulan ve adı, 'Yüksek Adâlet Divanı' gibi oldukça iddialı bir isim taşıyan bir düzmece mahkemede verilip idâm hükmünden sonra asılarak öldürülen 1950-60 arası 10 yıllık Başvekil Adnan Menderes ve iki Bakanı ve Demokrat Parti iktidarı hakkında olumlu, suçlamayıcı bir söz, yazı veya fotoğraf bile, devrilen iktidarı övmeyi yasaklayan ve aykırı hareket edenlerin en az 3 yıl hapse mahkûm edilmesini ihtiva eden '38 Sayılı Tedbirler Kanunu' bir Demokles Kılıcı gibi aykırı düşünen başlar üzerine dolaştırılıyordu.

Bu yüzden, ya iç siyaset dışı sosyal meseleleri irdeliyor, ya da dünya meseleleri üzerinde makaleler yazıyordum. Özellikle, Cezayir konusu, Filistin konusu, Irak'ta 1958'de kanlı bir askerî yaparak iktidara gelen General A. Kerin Qaasım'ın, 5 sene sonra, 1963 Şubat'ında bu kez de kendisine karşı gerçekleştirilen bir kanlı askerî darbe sonrasında öldürülüşü üzerinde yazmaya ağırlık veriyordum. O yazılardan geriye çok az şeyler kaldı.. Onlardan bir uzun makalenin başlığının, 'En büyük zulüm, adâlet adına yapılandır..' olduğunu hatırlıyorum. Kesip kitapları arasına koydukları ve günlük yazıya başlayışımdan sonra o yazılarımdan bazılarını bana gönderen okuyucuların kadirşinaslıklarını unutmuyorum.

*

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN