Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Aralık 31, 2018
‘Vatanı kurtarmak’ aşkı…

O yaş dönemi, dünya görüşümüzün sadece şekillendiği değil, karşıt olduğumuz dünya görüşleriyle de zıtlaşıp tartışmalara girdiğimiz bir zaman dilimi…

İslâm deyince aklımıza gelen ve bizim bildiğimiz, sadece ferdî ibadetlerin nasıl yerine getirileceğine dair fıqhî bilgilerdi. Ama, 27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında, solcu- sosyalist ve komünist yayınlar serbest olurken, bizim de bir dünya görüşümüzün olması gerektiği ihtiyacını artık duymaya başlamıştık. Çünkü karşıtlarımız bir takım ideolojik yayınlardan aldıkları bilgilerle bizleri de kendilerine celbetmeye çalışıyorlardı.

O dönem için, edebiyat ve fikriyat alanında Necîb Fâzıl dışında dikkatimizi çeken fazla kimse yoktu. Günlük ülke siyaseti ve dikkatimizi çeken isimleri başında da 'Ord. Prof. Dr.' gibi çok tumturaklı akademik unvanlarla anılan Ali Fuad Başgil geliyordu. Bizim cenahımızda böyle unvanları olanlar hemen hiç yok gibiydi. Ve o da İhtilalciler tarafından üniversiteden atılan 147'lerin başında geliyordu. (Ki, bunlardan birisi de, o atılışını sonraki gelişmeler içinde kendi hayatı için bir nimet olarak gören ve nimete çeviren ve Frankfurt Üniversitesi'nde İslam Bilim Tarihi Araştırmacısı olarak ünlü bir isim haline gelecek olan Prof. Dr. Fuâd Sezgin idi.)

Başgil'in düşüncelerini yakından tanımak imkânına ya da henüz anlamak yaşına sahip değildik. Başgil'i, o dönemde Vatan gazetesini çıkarmakta olan ve mânâsını henüz tam olarak bilmediğimiz 'dönme'lerden birisi olarak nitelendiği için fikirlerine parantezli yaklaştığımız ve sosyo-politik tefekkür hayatımızda, (B. Amerika'da Üniversite okuyup) 1908'lerdeki 2. Meşrutiyet yıllarından beri, (ingilizce zilce, almanca ve arabça bildiği halde) mütevâzı bir gazetecilikle yetinen (!) ve bir 'misyon' adamı olan Ahmed Emin Yalman gibi kalemlerin ağır suçlama konularına bir refleks halinde beslediğimiz ilgi, muhabbet ve saygıyla anlamaya çalışıyorduk. Yalman'ın devamlı 'Yobaz Profesör' diye aşağılamaya çalıştığı Başgil'e hıncı, bir zamanlar (1945'lerde) onunla, kendisinin de içinde olduğu Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti'ni kurup o cemiyetin başkanlığını yapmasına rağmen, (makalelerinde açıkça yazdığı üzere), 'Atatürk zamanında, en taşkın bir inkılapçı olan, sonra da en koyu bir yobazlık hareketi'nin başına geçmesi'nden ve hattâ 'Millî Birlik Komitesi ve İhtilalin lideri Cemal Gürsel'in açık tehditlerine rağmen Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması'ndan kaynaklanıyordu.

*

İşte o günlerde Seyyid Kutub'un bir kitabı 'İslam'da Sosyal Adalet' ismiyle türkçeye çevrilip yayınlanmıştı. Tercümeyi yapan da, o sırada -sanırım- Diyanet İşl. Başkan Yardımcısı da olan merhum Yaşar Tunagür hoca idi. O kitapla çeliğe su verilmiş gibi olduk… O sahadaki büyük bir boşluğu dolduran bir ilk yayın mesâbesindeydi, o.. Ve, çağın bütün problemlerine karşı bir çözümler demeti sunuyor gibiydi bize âdetâ… Ve Seyyid Kutub henüz Nâsır Mısırı tarafından idâm edilmemişti.

Şevket Eygi ağabeyin haftalık olarak yayınladığı 'Yeni İstiklâl' isimli dergi de o sahada çok mübrem bir ihtiyacı karşılıyordu. Ancak orada bilhassa Cevad Rifat Atılhan isimli ve eski bir milis generali olduğu söylenen kalem sahibinin son derece tahrik edici ve hırçın yazılarını nereye oturtacağımızı kestiremiyorduk. Çünkü, onun bir Adolf Hitler hayranı olduğu fısıldanıyordu. Hitler'i ise, efkâr-ı umûmiyede 2. Dünya Savaşı yıllarında, Avrupa'da Yahudilere uyguladığı ileri sürülen zulümleriyle, temerküz kamplarıyla veya Hollandalı 12-13 yaşında bir Yahudi ailesinin kızı tarafından yazıldığı ileri sürülen ve yaşadıkları korkuları, o dehşetin canlı bir şahidi olarak çok canlı olarak anlatan 'Anne Frank'ın Hâtıra Defteri' isimli kitapta ya da Gaz Odaları'nda öldürüldükleri söylenen on binlerce- yüzbinlerce Yahudi hakkında anlatılan trajik iddialardan tanıyorduk en çok da… Ama, 1920'lere kadar asırlarca Müslüman halkların ve de son 400 yıl boyunca da Osmanlı'nın elinde olan Filistin'den neredeyse hiç haberimiz yoktu.. Matbuat âleminde anlamakta zorlandığımız bir korkunç arab düşmanlığı ve hattâ nefreti vardı. 'Pis arablar. Çöl bedevîleri..' lafları, 'Arabların Birinci Dünya Savaşı'nda bizi arkadan hançerledikleri' şeklinde -ve şimdilerde büyük çapta yalan olduğu tarihçilerce de kabul edilen- ağır hakaretli suçlamalar, arablar içinden sadece birilerini değil, bütün arabları içine alıyordu. Bunun da temelinde, Müslüman halkların arasındaki iman birliğinden beslenen kardeşlik duygusunun vurulmak istendiği şeklindeki bir şeytanî hedefin olduğunu ve, bu gibi düşmanlık tohumlarının Müslüman halkların zihinlerine bu niyetlerle serpildiğini ise, çoook sonralarda anlayacaktık..

Filistin'de yaşananları anlatan hemen hiç kimse yoktu… Ama, Filistin'de, Müslüman halkların elinden sadece askerî güçle değil, katliâm ve cinayetlerle, dehşet ve tedhiş (terör) uygulamalarıyla alınan-çalınan, gasbedilen topraklarda uluslararası entrikalarla kurulan İsrail rejiminin kuruluşunun Onuncu Yılı dolayısiyle Türkiye matbuatından davet olunan gazetecilerin dönüşte günler- aylar boyu yazıp anlata-anlata bitiremedikleri 'İsrail Güzellemeleri'yle 'Pis arablar' daha bir 'pis ve lânetli' hale geliyordu zihnimizde..

Necîb Fâzıl'ın haftalık Büyük Doğu dergisiyle, Osman Yüksel'in biraz türkçü eğilimi olsa bile, İslamî heyecan unsurları da taşıyan Serdengeçti isimli aylık dergisi de tefekkür hayatımıza renk katsalar bile, bu konulara el atamıyordu… Hattâ öyle ki, Necîb Fâzıl, Yahudi düşmanı gibi bir suçlamaya uğramamak için olmalı, aralarında ünlü tarihçi Bernard Lewis gibi isimler başta olmak üzere pek çok Yahudi dostunun olduğunu yazılarında zaman zaman işaret etmek gereğini duyuyordu. Osman Yüksel ise, Soğuk Savaş yıllarındaki havaya da uygun düştüğü için, Rusya ve Çin pençesindeki Türk illerinin ve halklarının kurtarılması için, 'Nerde benin Altay-Ural dağlarım, / Akşam olur- sabah olur ağlarım…' gibi heyecan ve duygu yüklü şiirlerle bezeli yazılara ağırlık verir ve eleştiri oklarını daha çok da 1938 sonrasını hedef alacak şekilde İsmet İnönü'ye yöneltirdi. Üstelik, İnönü, Millî Şeflik'ten ve C. Başkanlığı'ndan düşüşünün üzerinden 11 sene geçerken, yeniden iktidara geliyor ve Başbakan oluyordu. Onun iktidar aşkını, İhtilal lideri Gen. Cemal Gürsel, daha sonraları, 'İsmet Paşa, gerdeğe girmeye hazırlanan bir dâmad gibi heyecanlıydı' diye ifade edecekti, gazetecilere..

İsmet Paşa'nın orduda, subaylar üzerinde büyük ağırlığının ve mahbubiyetinin olduğu söyleniyor ve, ordu içinde yaygın şekilde var olduğu söylenen darbeci gruplaşmaların yolunu keseceğine inanıldığından, bu durum bir de memnuniyetle karşılanıyordu.

Ayrıca, dünya siyasetinin hele de, Amerika ile Sovyet Rusya arasında yaşanan Küba Krizi, Berlin Duvarı gibi karşılıklı güç denemelerini yaşandığı bir zaman dilimden İsmet Paşa'nın başbakan olmasını ülke için büyük bir fırsat olduğunu söyleyenler az değildi...

1959 yılında Fidel Castro liderliğindeki marksist silahlı güçlerin Krallık idaresini devirerek iktidara el koyduğu Küba adasında yönetimlerini pekiştirirken; Amerika'nın desteklediği silahlı Kübalılar da Domuzlar Körfezi mıntıkasından Küba'ya bir çıkarma yapmışlardı. Hedefleri, 'komunist' Fidel Castro' rejimini devirmekti.. O çıkarma tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve başarısızlık, Amerikan destekli Küba'lı 'anti- komünist'lere değil, doğrudan Amerikan Başkanı J. F. Kennedy'nin hesabına yazılmıştı. Dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de matbuattaki birçok kalemler, o başarısızlığı, Sovyet lideri Nikita Kruşçef'in zaferi ve Kennedy'nin yenilgisi ve daha da ileri giderek komünist ideolojinin gücü ve dünyanın artık kaçınılmaz olarak marxizme doğru yol aldığı şeklinde gösteriyor- yorumluyorlardı.

Bu arada B. Amerika'nın burnunun dibinde sayılan Küba adasında Amerika'nın her noktasını vurabilecek balistik füzeler yerleştirilmesi, 'komunizan' çevreleri daha bir heyecanlandırmıştı. Bu durum, kendisini Türkiye'de de hissettiriyordu. 'Komunizmle Mücadele Dernekleri' ülkenin hemen her şehrinde açılıyor, şehirlerin giriş yerlerinde ve meydanlarında, üzerine, M. Kemal'a aid olduğu ileri sürülen ve, 'Türklük âleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli!' ibaresi yazılı ışıklı dev tabelâlar, yağmur sonu mantarları gibi arka arkaya bitiyordu. Ama, ilginç olan şu ki, yüksek tirajlı, etkin gazetelerdeki kalem erbabının büyük ekseriyeti, hem 'kemalist' idiler, hem de açıkça olmasa bile, dolaylı olarak komunizan bir yaklaşım içindeydiler.

O sırada, komünist Doğu Almanya'da ve Batı Almanya'nın doğu sınırlarından yaklaşık 300 km. içerde yer almakla birlikte, Doğu ve Batı diye ikiye bölünmüş olan -tarihî Almanya başkenti- Berlin şehrinin ortasında komünist Doğu Almanya rejimi tarafından örülen bir duvar, 'komunizm'in gül yüzüne gölge düşürüyor' ve bizdeki komunizan kalemler bu durumu izah etmekte zorlanıyorlardı.

Dünyadaki bu eğilimi Kennedy de hissetmiş olmalı ki, önce Batı Berlin'e gidip, orada bir mitingde yüzbinlere hitaben, -almanca olarak- 'İch bin Berliner!' (Ben bir Berlinliyim) dediği zaman, bu cümle sadece Batı Berlin'de sıkıştırılmış olan Batı Almanya vatandaşları ve diğer almanlar üzerinde değil, bütün NATO dünyasında üzerinde de coşturucu bir etki yapmıştı.

Bunu, 1962 Ekiminde Kennedy'nin dünyayı yeni bir nükleer savaşın eşiğine getiren Küba Krizi çıkışı takip etmişti. Kennedy, Küba adasında ve Amerika'ya karşı fırlatılmak üzere yerleştirilmiş olan Sovyet füzelerinin derhal sökülmemesi halinde onların yok edileceğini açıklamıştı.

Ama, Türkiye'de halka duyurulmayan bir önemli nokta vardı. O da, Kruşçef'in de 'Bir şartla.. Türkiye'deki Amerikan füzelerinin de sökülmesi şartiyle..' demesiydi ve Kennedy ise, 'Biz Türkiye'deki füzeleri sökmeyeceğiz, sökmek isteyenler varsa buyursun..' havasında bir yeni tehdit ve meydan okumasında bulunmuştu. Türkiye kendini bir nükleer savaş tehlikesinin tam ortasında buluvermiş ve ülkede bütün şehirlerde sivil savunma tedbirleri alınmaya, sığınaklar yapılmaya başlanmıştı..

Ve sonra..

Kruşçef Kuba'daki Sovyet füzelerini sökmüş ve bir hafta kadar süren korkunç bekleyiş sonunda ortalık yeniden durulmuştu. Artık, Kennedy'nin önünde kim durabilirdi.. Türkiye matbuatındaki sol ve diğer komunizan kalemler bile, Kennedy övücülüğü yapmaya başlamışlardı. Bu, güce tapmanın bir yansımasıydı.

Sovyet yanlısı kalemler durumu izah edemiyorlardı. Mâdem ki, sonunda boyun eğilecekti, niçin dikleşilmişti? Evet, bu sorunun cevabı bulunamamıştı.

Ama, aradan 25 sene geçtikten sonra açıklanan Amerikan gizli belgeleri göstermişti ki, evet, Kennedy bastırmış ve Kruşçef de geri adım atmıştı, ama, Amerikan emperyalizmi de, Sovyet Rusya emperyalizmine bir lûtufta bulunmuş, o sırada açıklanmaması şartiyle, 'Türkiye'deki füzelerin esasen artık miadının, / kullanma süresinin dolduğunu ve ateşlenmek istense bile fırlatılamıyacak durumda oldukları'nı bildirmişti.. Bu bildirim, en azından Sovyet Rusya liderliğini birazcık da olsa tatmin etmiş, yatıştırmıştı.

*

Evet, dünya böylesine diken üstünde yaşanırken, Türkiye'de, İkinci Dünya Savaşı'nda da en yetkili isim olarak başta bulunan tecrübeli ve nice gaileleri yaşamış, 75 yaşında bir İsmet Paşa'nın yine iktidarda olması, nisbeten bir güven oluşturuyordu.

*

Ama, Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi'yle koalisyon yaparak iktidar olabilen CHP lideri İsmet Paşa, ekonomiye bir canlılık getiremiyordu. Adnan Menderes zamanını hatırlayan kitleler, 'Geldi İsmet.. Kesildi kısmet' tekerlemesini üretmişlerdi ve bu söz hemen her mahalde yankılanıyordu.. Buna karşı, İsmet Paşa hayranları ise, 'Paşa olmasa memleket harab olur.. Ülkeyi şimdi o ayakta tutuyor.. Yoksa, başka ihtilaller bile olabilir..' gibi lafları yaymaya çalışıyorlardı. Yani, halk kitleleri yeni askerî darbelerle korkutuluyordu,.

Derken..

Öyle bir zaman diliminde 22 Şubat 1962 akşamı, saat 17.30 civarında Harbokulu Komutanı Kur. Alb. Tal'at Aydemir liderliğinde bir askerî darbe hareketi başlayıverdi.. Devlet dairelerinden mesailer tamamlanmış, soğuk havada herkes evlerine gitmek üzere otobüs duraklarında iken, askerî birlikler başkent Ankara'nın ana caddelerine çıkıvermişlerdi.

'Vatanı kurtarmak' aşkı ile, iktidarı ele geçirmek isteyen askerler o kadar çok idi ki, ülkeyi kalkındırmanın ve halkı adam etmenin yolunun, hele de Padişah 3. Selim'in öldürülmesiyle sonuçlanan 1807'deki Kabakçı Mustafa İsyanı ve hele de daha 1. ve 2. Meşrutiyet yıllarından beri askerî darbelerden geçtiği anlayışı, halkın bir kesimi içinde de bir karşılığını buluyor ve 'kurtarıcı askerlerin her an zuhûr edebileceği' ve kurtarıcı olarak sahneye fırlayabileceği bekleyişinde olanlar eksilmiyordu. İşte onlardan birisi daha karşımızdaydı.

Radyo ele geçirilmiş, ülkenin TSK tarafından kurtarıldığı gibi, 27 Mayıs'ta duyduğumuz, sonralarda da sık sık duyacağımız 'müjde'li (!) ve amma millete kan ağlatan haberler yayılmaya başlanmıştı. O sırada Konya'daydım ve radyodan olup bitenleri anlamaya çalışıyordum.

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN