Arama

Prof. Dr. Murat Şimşek
Haziran 11, 2019
Fıkıh yazıları: Fıkıh ve Sosyal Realite

Fıkhın sosyal değişimlere cevap verebilmesi ve sosyal hayatın dışında ve gerisinde kalmayıp canlılığını sürdürebilmesi için bir çıkış kapısına ihtiyaç vardı. Tarihi süreçte bu kapı mezhep içi istidlal [tahrîc] yöntemiyle sağlandı. Fıkıh bu yöntemle pozitif olarak düzenlediği çoğunlukla özel hukuk alanına dair meseleleri asrının gerekleri çerçevesinde çözüme kavuşturdu. Ardından siyaset, idare, yeni toplum düzenleri, büyük devletlerin teşekkülü gibi alanlardaki büyük değişimler sonucunda ortaya çıkan büyük boşluk örfî ictihad, maslahat, kavâid-i külliye vb. kavramlarla işletilen bir siyâset-i şer'iyye [örfî hukuk] sistemiyle dolduruldu. Bu ikinci kısımda fıkhın durumu negatif düzenleme şeklindeydi.

Fıkıh ilmi ve sosyal realite ilişkisinde dikkate alınması gereken bir diğer husus ise zamanla değişen hayat şartları [özellikle fesâd-ı zaman] açısından fıkhın kuşatıcılığı sorununun nasıl açıklanacağıdır. Burada hem tarihi süreci, hem de günümüzdeki durumu açıklayan bir metaforu şu şekilde ifade edebiliriz. İç içe geçmiş üç daire düşünelim. İçteki en dar daire Kur'ân ve sünnetin [nass] doğrudan düzenlediği sınırlı alanı ifade eder. Onu çevreleyen ikinci ve ona göre çok daha geniş olan daire ise fıkhın doğrudan düzenlediği alanı [pozitif düzenlenen alanı] ifade eder. Yani burada Ebû Hanîfe'nin sistem ve tasnifiyle gelişen, taharetten mirasa kadar, klasik fıkıh ilminin konuları yer alır. Tabii ki bu alanda da sosyal şartlar dikkate alınmıştır ve az da olsa değişime açık bir saha bulunmaktadır. Mesela ceza hukuku hükümleri fıkıh kitaplarında doğrudan düzenlenmiş olduğu halde asırlara ve şartlara göre uygulanışı ve ta'zîr ile ilgili bölümler şer'î ictihadla değil, örfî ictihad ile düzenlenmiştir. Buna Osmanlı uygulaması örnek verilebilir. Üçüncü ve en geniş halka ise yukarıda sayılan, doğrudan düzenlenmiş alanın dışında kalan devlet, toplum, siyaset, reel-politik, örf ve sosyal realite konularından müteşekkildir. Burada doğrudan şer'î ve fıkhî düzenlemeler yer almadığı için maslahat, kavâid-i külliyye ve örf âdete dayanan örfî ictihad [örfi hukuk] ilkelerine göre düzenlenecek konular yer almaktadır. Ki buna siyâset-i şer'iyye denir. [H. Yunus Apaydın, Fıkhın Kaynakları (Nass ve İçtihat), Ankara: Ay yayıncılık, 2017]. Burada tek bir ilke vardır, o da naslarla ve fıkhın doğrudan düzenlediği alanla çelişmemektir [burası negatif düzenlenen alandır]. Tabiidir ki evrensel ahlak ilkeleri, insani değerler ve adalet gibi ilkeler hiçbir zaman geçerliliğini yitirmez.

Siyâset-i şer'iyyenin cereyan ettiği alan temelde hukukun ne'liğine ve yasamasına yönelik olmayıp, tatbikine yönelik konularla; yani kamu hukuku ve siyaset alınana dair meselelerle ilgilidir. Bu alanın fıkıh bilimi açısından durumu negatif düzenleme olarak durmaktadır. Yani bu alanın düzenlenmesinin doğrudan fıkhın düzenleme mantığına dayandığını veya dayanması gerektiğini tarihsel tecrübe açısından söylemek kolay değildir. Kısmen hukuk sosyolojisi mahiyetinde olan uygulamada gözetilen "fıkıh siyaseti" ile bunu karıştırmamak gerekir. Tarihsel tecrübede bu alanın doğrudan normatif ve pozitif düzenlemesi siyasi erk tarafından yapılmış gibi görünmektedir. Mesela bu konuda en bilinen Osmanlı dönemi kanunnamelerinin doğrudan fıkıh düşüncesini işleterek, fıkhi düşünme biçimine göre yapılmış düzenlemeler olduğunu iddia etmek kolay değildir. Bu ayrım özellikle Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) öncesi örfi hukuk uygulamalarında daha rahat görülebilir. Nitekim kanun metni hazırlayanlar da bunu fıkıhçı sıfatıyla değil, nişancı sıfatıyla yapmaktaydılar. Burada fıkhın durumu negatif düzenleme şeklindedir. Ebussuud Efendi de kendi zamanında bu sorunu görüp, "şeriat ve kanun" diye bir çözüme gitmişti. Bu tür bir ayrım uygulama alanı bakımından günün şartlarında meşru olabilir; ancak bu düzenlemeleri doğrudan fıkhın düzenlemesi gibi görmek o kadar da kolay olmasa gerektir. [Bk. Bedir, Murteza, "Fikih to Law: Secularization through curriculum" Islamic Law and Society, 11: 3, 2004, 378-401].

20. yüzyılda dünyadaki gelişmelerle yeni bir durum ortaya çıktı ve hukukun tüm alanları düzenlemesi diye bir vakıa doğdu. Modern dönemde İslam hukuku Batı'yla etkileşimle hem kamu, hem de özel hukukun tüm alanlarını fıkıh mantığıyla düzenleme iddiasında bulundu. Bu, geçmişte olmayan yeni bir durumdu. Yani siyaset ve kamu alanını pozitif düzenlemeyi görevi olarak addetti. Bunun sonuçlarını henüz görmüş değiliz. Yani çağımızda bu alanın en önemli sorusu tarihte olduğu gibi siyaset ve kamu alanı negatif olarak kalsın mı, yoksa özel hukuk alanında olduğu gibi pozitif düzenlemeler yapılsın mı? Burası günümüzde hukuk-siyaset ilişkisi tartışmalarının da söz konusu olduğu alandır.

Zamanla değişen hayat şartları [fesâd-ı zaman] açısından fıkhın kuşatıcılığı sorunu Osmanlı 19. yüzyılında kendini açıkça gösterdi. Tanzimat sonrası Osmanlı uleması muhafazakâr bir tavır takınırken, bürokrat, idareci ve aydınlar değişimden yana tavır aldılar. Aslında bu sorun doğrudan fıkhın [hukukun] sorunu değildi. Tüm müesseseleriyle devletin zayıflaması fıkhı da etkiledi. Çünkü Osmanlıda devlet fıkıhla ayakta durur ve fıkhı ayakta tutardı. Tanzimat sonrasında ortaya çıkan ve rolleri net olmayan aydın sınıfı, hem devlet, hem de halk nezdinde rolü belli olan ulemanın alanını daralttı. Mamafih fıkhın klasik tarihi kanunlaştırma tarzı bir tedvine karşıydı. Mecelle konusunda ise o çağdaki ulema genel itibariyle sessizliğini korudu. Fıkhın geleneksel yapısına uymayan böyle bir modern İslam hukuku üretmek de pek kolay iş değildi. Çünkü bu, klasik fıkıh yapma biçimini değiştirmekteydi. Padişah onayıyla Osmanlı topraklarında uygulamaya konulan Mecelle, Cumhuriyet döneminde kaldırılıncaya kadar yürürlükte kaldı. Buna rağmen Mecelle, Batı hukukunun Osmanlıya sızmasına engel olamadı. Yine de Osmanlı bürokratları ve değişim talep eden aydınlar ile geleneksel ulema arasında bir uzlaşı işlevi gördü.

20. ve 21. yüzyıl İslam hukuk düşüncesinin daha temelde bir sorunu daha ortaya çıktı. O da devlet, toplum, siyaset, örf ve sosyal hayat konularını fıkıh bir yana, doğrudan dinin alanına dâhil etme gayretidir. (https://www.fikriyat.com/yazarlar/akademi/prof-dr-h-yunus-apaydin/2019/04/15/fikhin-guncellenmesi-meselesi). Bunda klasik ehl-i hadis düşüncesi, modern selefi söylem ve modern batıcı yaklaşım etkili olmuştur. İslamcılık düşüncesinin etkisi de yadsınmayacak seviyededir.

Doç. Dr. Murat Şimşek

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN