Arama

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay
Haziran 28, 2018
Bir çoban hikâyesi: Allah’ın rızasına talip olmak...

24 Haziran'da yapılan seçim değerlendirmeleri esnasında bir siyasinin ağzından alınıp sosyal medya ve basına düşmesiyle bir anda gündeme oturan bir sözün etkisindeyiz birkaç gündür… Söz konusu siyasetçinin, bir gazetecinin "samimiyetine güvenip" söylediği söz, başına iş açacak ve özür dilemesini gerektirecek bir durum arz etse de seçim sonrası gündemde en çok konuşulan, ele alınan ve üzerine yazılar yazılan söz oldu diyebiliriz. Bir kez daha hatırlatalım ki, bu söz, etkisi büyük olsa da kendisi iki kelimeden müteşekkil idi: "Adam kazandı!.." Evet hepsi bu kadar: "Adam kazandı!.."

Siz kıymetli okuyucularım, sözü söyleyeni de; kimin kast edildiğini de gayet iyi biliyorsunuz. Konumuz ne bir siyasi değerlendirme ne de bir analiz. Biz sadece nice bir zamandır yazmayı düşündüğümüz bir konuya girizgâh olsun diye gündemdeki bu mevzu ile başlamak istedik. Hepsi bundan ibaret… Ancak biz bugünkü yazımızda, okuyan ve dinleyen herkesin hafızasında derin bir iz; gönlünde tatlı bir esinti bırakan bir çobanın hikayesini ele almak ve size "yaşanmış" bir hadiseyi aktarmak istiyoruz. Asıl maksadımız ise kıssadan bir hisse kapabilmek!..

Değerli okuyucum.

Şanlı ecdadımız Osmanlılar döneminde yetişen, ulemâ sınıfına mensup pek çok İslam âlimi vardır. Onlar içinde temayüz etmiş, yaşadığı zâhidâne hayat, yetiştirdiği öğrenciler, kaleme aldığı otuzu aşkın eserleriyle ve özellikle vefatından sonra talebelerini okutmaya devam eden altı "hoca" evladın sahibi müstesna bir sima olan Ebû Said Muhammed Hâdimî Hazretlerinin dilinden bizlere aktardığı bir hatıradan söz edeceğiz bugün… Ama önce merhum Hâdimî Hazretlerini kısaca tanıyalım.

1701 yılında Konya'nın Hâdim ilçesinde dünyaya gelen, ilk tahsilini babasından alarak on yaşlarında hıfzını tamamlayan ve Konya'da devam ettiği ilim yolculuğuna değerli âlimlerden aldığı icazetler ve tavsiyeleri neticesinde artık kendisine İstanbul yolu görünen bir gençtir Hâdimi Hazretleri…

1020 yılında İstanbul'a gelerek değerli âlimlere talebe olan Hâdimi Hazretleri, 32 yaşında tahsilini tamamlayarak icazetlerini almış ve –kalması yönünde kendisine yapılan muhtelif tekliflere rağmen- İstanbul'dan ayrılarak memleketi olan Hâdim'e dönmüş; medresesini kurarak kendisini ilme ve talebe yetiştirmeye adamıştı.

1062 yılında bu fani dünyadan Bekâ Yurdu'na göçen Hâdimî Hazretleri, geride "sadaka-i câriye" olarak hem bir medrese, hem ilmî eserler hem de dua eden ve dua almasına vesile olan evlatlar bırakan bahtiyar bir İslam âlimidir. İnsanların dilinde çokça okunan şu meşhur beyit de ona aittir.

"Kâmil odur ki, koya her yerde bir eser.

Eseri olmayanın yerinde yeller eser."

Allah kendisinden razı olsun ve O'na gani gani rahmetler eylesin…

AAH! AAH!.. ÇOBAN KAZANDI ÇOBAN!.. HEM DE NE KAZANMAK!..

Merhum Hâdimî Hazretleri medresesinde talebeleri okutmakta, derin bilgisini onlarla paylaşmaktadır. Zaman zaman dilinden dökülen bir cümle vardır: Aah! Aah!.. Çoban kazandı çoban!.. Hem de ne kazanmak!..

Duydukça merakları artan talebeler, içlerinden birini temsilci seçerek hocalarına gönderirler ve bu çobanın kim olduğunu, neyi kazandığını öğrenmek isterler. Hâdimî Hazretleri onları davet eder ve yaşadığı hadiseyi anlatmaya başlar…

"Evlatlarım! Tahsilimi tamamladığım zamanlardı. Bir vesileyle bana bir yolculuk nasib oldu. Yola çıkarken iki kişi bana yol arkadaşı oldular. Biri tâcir, diğeri ise çobandı… Öğle vakti bir suyun başında mola verdik. Çıkınlarımızı açtık karnımızı doyurduk. Abdestlerimizi alıp öğle namazını birlikte eda ettik. Namaz tesbihatından sonra ben onlara dedim ki:

-Arkadaşlar! İnsanın duasının kabul olunduğu zamanlardan biri de yolculukta olduğu vakitlerdir. Allah yolcunun da duasını kabul eder. Gelin bu fırsatı kaçırmayalım. Gönlümüzdeki istekleri, arzularımızı ve dileklerimizi Rabbimize arz edelim. Belki bu yolculuğumuz hürmetine dualarımız kabul edilir.

Yol arkadaşlarım bu teklifimi memnuniyetle kabul ettiler ve ilk duayı benim yapmamı arzu ettiler. Ben de ellerimi açarak Rabbime yalvardım:

-Allah'ım! Halimi gören ve en iyi bilen sensin! Bunca zaman ilim tahsil ettim. İstedim ki ilim öğreneyim ve bilgimi insanlara aktarayım. Şimdi Senden dileğim şudur ki, bana şöyle havadar, yüksek mevkili bir yerde bir medrese nasib eyle, ben de orada talebeler yetiştireyim.

Hep beraber bu duama âmin dedik.

Ardından tâcir olan arkadaşımız ellerini semaya kaldırıp yalvardı Mevlâ'ya…

-Allah'ım! Sen de biliyorsun ki, ben şehirlerin arasında uzun yolculuklar yapmaktayım. Doğrusu, gidip geldiğim bu seyahatlerden elime doğru dürüst bir kâr geçmiyor. Senden niyazım, şu gelip gitmelerime ve çektiğim zahmetlere değecek kadar bana kâr kazandıracak ticaret imkanları lûtfetmen ve bana mal ve servet nasib etmendir. Senden dileğim budur Ya Rabbi!..

Yine hep beraber onun da duasına âmin dedik.

Dua sırası çoban olan arkadaşımıza gelmişti. O da ellerini açtı semaya doğru… Boynunu büktü. Rabbinden ne isteyeceğini merakla beklerken yutkundu, sustu bir müddet… Sonra kısık bir sesle şöyle yalvardı Mevlâ'ya…

-Allah'ım!.. Ben, Senin bana verdiklerine râzıyım. Sen de benden râzı ol, başka da bir şey istemiyorum Rabbim!..

Onun bu manidar ve samimi duasına da hep birlikte âmin dedik.

-Evlatlarım!.. Görüyorsunuz ya? Havadar ve yüksek mevkide bir medresem, sizin gibi değerli ve sevdiğim talebelerim var. Allah benim bu arzumu ve dileğimi bana nasib etti. Duydum ki, o tâcir arkadaşımızın da epeyce malı mülkü serveti olmuş… Anlaşılan Rabbimiz bizim o gün yaptığımız dualarımızı geri çevirmemiş, kabul buyurmuş… Ama doğrusu, içimizde asıl kazanan çoban oldu… Çoban kazandı çoban!.. Hem de ne kazanmak!.. Çünkü o, Rabbinin verdiğine de razıydı. O'nun rızasından başka bir şeye de talip olmadı. Bir kimse Rabbinden razı, Rabbi de ondan razıysa bundan büyük kazanç olur mu bu dünyada?.. İşte bunun için o çobanı unutamıyor ve onun kazancına gıpta ediyorum…

Aziz okuyucum.

Muhammed Hâdimî Hazretleri gibi, ardında güzel eserler bırakan bu değerli İslam âliminin bile gıpta ettiği mertebe, arif bir kula, bir çobana nasib olabiliyor. Bu mertebe, rıza makamıdır. Bu mertebe, Allah'ın sevgili kullarının hasretini çektiği makamdır. Tıpkı dualarında bu rızâ makamına talip olduğunu ifade ederek sık sık "İlâhi! Ente maksûdî ve rızâke matlûbî" diyen Şâh-ı Nakşibend (ks) Hazretleri gibi…

Sözlerimizin tâcı, Mevlâmızın ayetleri olsun: "İman edip salih ameller işleyenlere gelince, insanların en hayırlısı işte onlardır. Rableri katındaki mükâfatları ise, zemininden ırmakların aktığı ve içinde ebediyyen kalacakları Adn Cennetleri'dir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu makam, Rabbine saygıda kusur etmeyenler içindir." (Beyyine, 7-8)

"Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan! Sen O'ndan razı, O da senden hoşnud olarak Rabbine dön. Böylece has kullarımın arasına sen de katıl ve gir cennetime!.." (Fecr, 29-30)

Sağlıcakla kalınız efendim…

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN