Arama

Fatmanur Altun
Temmuz 26, 2019
Süresiz nafakadan, süresiz merhamete

Merhum Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, günümüz toplum yapısının en büyük açmazının "kadının işinin tanınmaması" olduğunu söyler. Basit bir cümle gibi görünse de aslında içinde yaşadığımız sosyal dokunun, üretim ilişkilerinin ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan çarpık ilişkilerin başlangıç noktasında bu vakıa yer alır.

Kapitalist üretim ilişkilerinin kurguladığı düzen, faiz ve sömürü üzerine kurulmuş bir çalışma yaşamıdır. Bu çalışma biçimi insanların topraktan koparılarak fabrikalarda kol gücü ile yahut plazalarda zihinsel kapasite ile çalışmalarını vazeder. Bugün yerleşik hale geldiği için çoğumuzun verili ve tartışılamaz zannettiği yaşam biçimi bu üretim ilişkileri ile ilgilidir.

Kentleşme ve yeni yaşam biçimi

İlk örnekleri sanayi devrimi ile Kıta Avrupasında ortaya çıkan kentler, insan toplulukları için yaşamın dayanılmaz zorluklarla sürdürüldüğü mekanlardı. İnsanlar topraklarından koparak kitleler halinde üretim merkezlerinin çevresine doğru akıyorlardı. Ortada bir kent kurgusu yoktu. Sadece homurtular saçarak çalışan fabrikalar ve oralarda çalışmak için topraklarını terk edip gelen insanlar vardı. Bu insanların hayatlarını nasıl idame ettireceklerine dair ortaya konmuş bir çözüm yoktu. Üretim alanlarını merkeze alan teneke mahallelerde, kanalizasyon ve su şebekesinin eksikliği, hızlı nüfus artışı gibi nedenlerle hastalıkların, suç oranlarının ve toplumsal çatışmaların zirve yaptığı sancılı bir süreç işliyordu.

İnsanların barınma, sağlık, yeme-içme gibi en temel ihtiyaçlarına kör bu yeni sistem, insan topluluklarının temelini oluşturan ailenin nasıl kurgulanacağı ile ise zerre kadar ilgilenmiyordu. Evden mümkün olan en fazla sayıda bireyi fabrikalarda işçi olarak çalıştırmak üzere talep ediyordu. Babalar, anneler hatta çocuklar kapitalizmin bu ilk aşamasında doğal çalışanlar olarak kabul ediliyordu.

Zamanla toplumsal sorunlar ve suç oranlarındaki artış, üretim ilişkilerinin bu yeni formunu tehdit eder hale gelmeye başladı. Bir yanda sosyalizmin yaygınlaşması ile işçilerin söz konusu düzen içinde sömürüldüklerine dair güçlü eleştiriler ve onlara eşlik eden toplumsal çalkantılar ortaya çıkıyor, diğer taraftan da kadınların erkeklerden daha ağır şartlarda ve daha az ücret karşılığı çalıştırılıyor olması, buna karşılık hiçbir siyasal haktan istifade edemiyor oluşları nedeniyle feminist hareketler ortaya çıkıyordu. Bu sorunlara çözüm üretmek için 19. Yüzyıl Avrupa şartlarında sosyoloji ilmi ortaya çıktı. Zira kar maksimizasyonu güdüsü ile bu sorunları çözümsüz bırakmanın, toplumsal yapıyı kısa süre içinde çökerteceğinin farkına varılmıştı.

Kapitalist aile

Bu dönemde gerek sosyoloji içinden gerekse farklı ideolojik ve felsefi arka planlardan konuşan Batılı düşünürler el birliği ile "kapitalist aile"yi modellemeye başladılar. İlk aşamada "çekirdek aile" olarak adlandırılan kentli aile biçimini formüle ettiler. Bu formülasyonda erkek dışarıda ücret karşılığı çalışan ve ailenin iaşesini üstlenen kişi olarak kabul edildi. Erkeğin birinci vazifesi kapitalist üretim ilişkileri içinde, ev dışında, topraktan bağımsız olarak, patronu için çalışmaktı. Bu yapı içinde erkeğin dışarıda çalışabilmesi için ev içinin sorunsuz bir alan haline gelmesi gerekliydi. Çocukların bakımı, yetiştirilmesi ve diğer sorunların çözümü için o güne dek var olmayan "ev kadını (domestic housewife) kavramı icat edildi. "Ev kadını", erkeğin dışarıda ücretle çalışabilmesi için, hayatın geri kalanı ile ilgili bütün sorumlulukları üzerine alacaktı. Çocukların dünyaya gelişi, bakımı, terbiyesi, korunması, sosyal yaşantıya uyumları, ailenin akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin örgütlenmesi, ev içindeki yemek, çamaşır, ütü, alış-veriş, bulaşık, temizlik, misafir ağırlama gibi işlerin tamamı kadının uhdesine verildi. Bu işler yılın 365 günü ve günün neredeyse tamamını kapsayan işler olmasına rağmen böylesi bir iş bölümü kapitalist üretim ilişkilerinin devamı için gerekliydi.

Kapitalist aile, kapitalist birey

Bu kurgu ailenin devamlılığı içinde büyük sorunlar ortaya çıkarmıyor, erkek dışarıda, kadın ise içeride çalışmış, çarkın dönmesi bir biçimde temin edilmiş oluyordu. Ne var ki işler sanıldığı gibi gitmedi.

Kar maksimizasyonu için her şeyi mubah gören, faizi ve sömürüyü merkeze alan kapitalist üretim ilişkileri bir süre sonra kendine uygun insan tipini ortaya çıkarmaya başladı. Kendi çıkarını her şeyin üzerinde tutan, bencil, kaprisli, sömürücü bir insan tipiydi bu. Bu insanın fedakarlık ve diğerkamlık gibi değerler üzerine kurulu aileyi sürdürmesi kolay değildi. Kendi hazlarının ve çıkarının peşine düşen insanların sayısı artmaya başladıkça aileler de parçalanmaya başladı.

Boşanmaların yapısal hale gelmesi ile karşımıza önceki dönemlerde olmayan sorunlar çıkmaya başladı. Kapitalist aile kurgusunda ücretli çalışan kişi genellikle erkek olduğu için boşanma durumunda kadınlar dramatik şekilde yoksullaşmaya başladılar. Zira erkek, çalışan ve belli bir kariyere sahip olan taraf olarak bütün kazanımlarını alıp aileden ayrılıyordu. Bu durum kadınlar üzerinde zamanla iş yaşamına girme baskısını arttırdı. Anne-babalar artık kız çocuklarını okutmak ve çalışmasalar bile bir diploma sahibi yapmak istiyorlardı. "Kolunda bir altın bileziğin olsun" sözü kız çocukları için diploma anlamına gelen bir metafor haline dönüştü. Kadınlar böylece aile kurduktan sonra, boşanmak durumunda kalırlarsa bir işe girip çalışabilecek, yoksulluğa düşmeyecek ve onurlu bir yaşam sürdürme hakları zayi olmayacaktı. Ancak bu tedbirin de yoksulluğa düşmeyi önlemek için yeterli olmadığı zamanla anlaşıldı. Kadınlar hayatlarının en verimli çağını aile kurma ve çocuk yetiştirme ile geçirdikleri için boşanma halinde tecrübesizlik ve ilerlemiş yaş nedeniyle iş bulamaz hale geldiklerini fark ederek bu kez ev ve iş yaşamını birlikte yürütmenin yollarını aramaya başladılar.

Gelişmeleri tersinden okumayı seven, kafa karışıklığından hoşlanmayan ve aynı anda ortaya çıktıkları için olayları sebep-sonuç olarak birbirine bağlamayı sevenler "kadınlar çalıştığı için aileler yıkılıyor" demeye başladıklarında geride iki yüzyıllık bir yaşanmışlık, deneme-yanılma ile biriktirilmiş tecrübeler vardı oysa. Kadının ev içindeki emeği görülmediği ve kötüsü geldiğinde ev içinde yıllarca verilen emeğin, üç kuruş için çalışılan bir iş kadar onurlu yaşam hakkı sağlamadığı acı tecrübelerle görülmüştü.

Aile kurumunu bir arada tutmanın imkanlarının hızla ortadan kalktığı bu iklimde evlilikler de giderek artan oranda hukukun konusu haline gelmeye başladı. Aile olarak nasıl bir arada kalacağını çözemeyen toplumlar, kendilerini, aileyi en etkin nasıl parçalayabileceklerini konuşur halde buldular. Bir arada yaşamak üzere bir araya gelen ve denize akan iki nehir gibi birbirleri ile birleşmiş hayatları hakça birbirinden ayırmak ise sanıldığı kadar kolay bir iş değildi. İnsan ilişkilerine dair, dokunduğu yerleri acıtan her bir başlık, hukuk gibi soğuk bir disiplinin konusu haline geldiğinde mal rejimi, tazminat, velayet, evlilik sözleşmesi, nafaka gibi adlara bürünüyor ve merhamete, sevgiye, saygıya dair her şey ortamdan uzaklaşıyordu.

Aşk mı savaş mı?

Çünkü evlilik, merhamet, aşk, dayanışma, sevgi ve fedakarlığın alanından hukukun alanına girdiğinde bir anda dönüşüm geçirip en büyük kavga konusu haline gelir. Hakkı yenen, onuru çiğnenen, canı yanan kadınların ve erkeklerin sayısı giderek artmaya başlarken, hukuk bu kavgalara mal paylaşımı, çocuğun velayet paylaşımı, nafaka, tazminat gibi çözümler üreterek çare olmaya çalışır. Bu çözümler gün sonunda yangına benzin dökmekten farksızdır. Hiçbir anne-baba evladını bir takım yasal düzenlemelere ve gözetime tabi olarak görmeyi sindiremez, bölüşülmek üzere edinilmemiş malları bölüştürmeye çalışırken muhakkak adaletsizlik ortaya çıkar, canı yananlar bedel ödetmek isterler ve kavga uzar da uzar.

Bu kavgaların içinde en can sıkıcı olanların başında nafaka kavgası gelir. Modern hukukun aslında maddi durumu iyi olan eşin, maddi durumu iyi olmayan eşe ödemesini zorunlu kıldığı nafakayı teorik olarak erkek de kadın da ödeyebilir. Ancak yukarıda anlatılan nedenlerle boşanma halinde yoksulluğa düşenler genellikle kadınlar olduğu için çoğunlukla nafaka verenler erkeklerdir. Bitmiş bir ilişkinin para ilişkisi üzerinden devam ediyor olması ise her iki taraf için de aslında bir zulümdür. Merhametin tükendiği yerde sürdürülen para ilişkisi düşmanlık için oluşturulan bir zemindir.

Bu meseleyi içinden çıkılmaz hale getiren, kapitalist aile modelinin "kadının işini tanımama" ısrarıdır. Bütün ilişkilerin para üzerinden döndüğü, belli bir gelire sahip olmayanların açlığa ve onursuz bir yaşama mahkum olduğu günümüz dünyasında bu model kadınları çözümsüzlüğe mahkum etmektedir. Bitmiş evliliklerin, nafaka üzerinden bir para ilişkisi ile sürdürülmesi yerine kadının işinin tanınması suretiyle bu soruna çözüm üretmek mümkün olabilecektir. İnsanların anne-babalarına bakmadıkları, "hayatlarını yaşamak" üzere ailelerini terk edebildikleri ve bunun hiçbir yaptırımının olmadığı bir dünyada kadınlara sunulan çözümün "sana baban yahut erkek kardeşin baksın" demek de kadınları çözümsüzlüğe terk etmenin bir başka şeklidir. Madem hepimiz modern hayatın, modern ilişkilerin ve kapitalist üretim biçiminin kıskacında yaşıyoruz, bu ilişkiler içinde kendisini bir parça güvene alanların, benden sonrası tufan diyerek tartışmaları zulüm üretecek şekilde kapatmaları hakça olmayacaktır. Hakça olan öncelikle "kadının işinin tanınması"dır. Kadınlara ev içi emekleri için hiç değilse asgari ücret ödenmesi, emeklilik hakkının evinde çalışan kadınlar için de gündeme gelmesi başta süresiz nafaka olmak üzere pek çok toplumsal sorunumuza çare olabilir. Kadınları boşanma halinde yoksulluğa terk etmek, patronu için ücret karşılığı çalışan erkeğe ve kadına görece daha fazla çözüm sunmak, içinden konuştuğumuzu iddia ettiğimiz değerlerimizle uyumlu değildir. Değerli iş yapan, toplumda değer görmelidir. Her şeyin insan ile kaim olduğunu, insanı doğuran, yetiştiren, aileyi yeşerten kadınların inşa ettiği zemin üzerinde oturup, konuşup, çalışıp, söyleyip, ürettiğimizi düşündüğümüzde kadının işinin ne kadar değerli olduğu idrak edebiliriz. Böylesine değerli bir işin sahibi olan kadınların/annelerin çaresizlik ihtimalini derinden hissetmesi, en iyi senaryoda kocaya, babaya, erkek kardeşe yamanacak bir varlık olarak muamele görmesi merhamete ve adalete uygun değildir.

İşler hukukun alanına girdiğinde bir parça merhametsizlik olmadan "hak arama" mümkün olmadığına ve aile söz konusu olduğunda merhametin sınırsızlığı esas olduğuna göre belki de tartışmanın zeminini değiştirme zamanı gelmiştir. Süresiz nafakayı konuştuğumuz kadar süresiz merhameti konuşmalı, aynı zamanda da "kadının işini tanımalıyız". Aile içinde ortaya çıkan sorunların ve boşanmaların yarattığı kavgaların pek çoğunu artık konuşmadığımız, merhametin yeniden yeşerdiği bir iklimi inşa etmek böylece mümkün hale gelecektir.

Fatmanur Altun

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN