Arama

Ekrem Demirli
Aralık 26, 2017
Düğün gecesinin (Şeb-i Arus) günü

ÖMRÜ BİR GECE İLE GÜNDÜZÜ SAYANLAR

Mevlana ile özdeşleşen Şeb-i Arus, düğün gecesi kavramından söz etmiş, tabirin Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihalini anlatmak üzere söylenen 'Refik'i ala'ya (en yüce dost) yolculuk' ifadesinin yorumu olabileceğini belirtmiştik. Bu itibarla her kime izafe edilirse edilsin İslam geleneğinde Şeb-i Arus üzerindeki her konuşma dolaylı olarak Hz. Peygamber ve onun dar-ı bekaya irtihaline gönderme yapar. Ancak yine de meselenin ana kısmı, irtihalin veya ölümün gerçekleştiği 'gece' değildir. Bu meyanda konuşmamız gereken şey, düğün 'gecesinin' gündüzüdür. Paradoksal bir şekilde hayatı ölümü konuşurken idrak ederek ölüm ile hayat arasındaki sürekliliği kestirebildiğimizde hayat anlamını bulacaktır. Müslümanlar için ölüm ile hayat, mütedahil bir şekilde, birbirini inşa ederek var olmanın anlamını izhar ederler. 'Kim ihsan üzere amel yapıyor diye sizi sınamak üzere ölümü ve hayatı yaratan Allah münezzehtir.' Öyleyse esas konuşulması gereken şey, 'düğün gecesi' değil, gecenin gündüzüdür. Geceleyin ölecek insanın gündüzü nasıl geçer? Mevlana'dan öğreneceğimiz esas bilgi budur!

ÖMRÜ BİR GÜNDE İDRAK:
Geçmiş ile gelecek arasında yitirilen an bilgeliği

İnsan varlıklar arasında zamanı üç kısımda düşünebilen-yaşayabilen yegâne varlıktır: biz zamanı 'an' olarak yaşarken zihnimizde geçmiş ile gelecek zamanlar da hazır olarak bulunur. Bu iki zaman, sınırları kestirilemeyecek şekilde, şimdiki zamanı (an) belirlerken aynı zamanda onunla irtibatımızı daraltır. Öyle ki, istisnai olarak anı yaşayabiliriz; geçmişin hatıraları ile geleceğin beklentileri ana nefes alma imkânı tanımaz. Bilinçaltının insan davranışlarını şekillendirmesi gibi, geçmişle dolu hafızamız ve gelecekle ilgili beklenti ve kaygılarımız şimdiki zamanı yitirmenin sebebidir. Artık pek çok insan için an yaşanmamış bir şey haline gelir! Sufiler 'anı yitirmek' sorununu en iyi fark edenlerdi: insan geçmişin pişmanlıkları veya başarılarıyla geleceğin kaygı ve beklentileri arasında yaşadığı zamanı elinden kaçırır. Başka bir ifadeyle kaygılar-beklentiler ve geçmişin muhasebesi şimdiki zaman ile irtibatımızı kopartarak insanı 'mevhum bir zaman/mekân ve gerçekliğe' savurur.

Geçmiş ve gelecek, insanın anı idrakini engeller dedik! Dini ve ahlaki hayatımız geçmiş ve geleceğin insan üzerindeki tesirini azaltarak 'an' üzerinde odaklanmayı hedefler. Tasavvuf bu odaklanmayı sağlayabilecek araç ve gereçleri tespit ederek 'taze' ve 'yeni' bir zaman ve gerçeklik anlayışıyla anı karşılamamızı ister. İnsan "ibnü'l-vakt olmalıdır" derken kast ettikleri budur: her "an" -bir monad gibi- müstakil bir hakikate sahiptir. Onun geçmiş veya henüz var olmamış müstakbel "anlar" tarafından işgal edilmesi, insanın zaman ve mekân gerçekliğini yitirmesi demektir.

'An' merkezli zaman anlayışı tek başına zamanla ilgili de değildir: İnsanın mekânı da anı idrak ettiği yerdir. Ahlak, içinde yaşadığımız an ve mekân içinde zemin kazanarak hayalden gerçekliğe taşınırken insan belirsizlikler içinde savrulmak yerine hakikat ile temas kurabilir hale gelir. İnsan geçmişi değiştirme imkânına sahip değildir; mazinin yaşadığı yer hafızadır. Bir an için hafızamızın olmadığını var saysak, geçmiş bütün anlamını yitirirdi. İnsanlar hafızada bulunan mazinin değerini yüceltir: tecrübemiz mazi hakkındaki bilgilerimizden gelir ve geçmiş hakkındaki bilgimizde geleceği değiştirme imkânı kazanırız! Bu bir iddia! Bir sufi için böyle bir iddianın bir değeri yoktur: çünkü mazidekine baktığımızda, onu inşa edenin 'mevhum bir benlik' olduğu görülür. Yapılması gereken ise mevhum benliğin hata veya sevaplarını sahiplenmek ve sürdürmek yerine, iddialarından uzaklaşmaktır. Cüneyd-i Bağdadi 'tövbe günah işlediğini (senin özne olduğunu) unutmandır)' derken bunu anlatır. Bu nedenle sufiler geçmişten çıkartılabilecek 'tecrübeleri' abartmak yerine, hafızanın şimdiki an üzerindeki tesirini azaltmayı görev bilirler. 'Şimdiki anı geçmişin yükünden boşaltmak ve özgürleştirmek' doğru yaşamanın ilkesidir.

Öte yandan tasavvuf, bizi gelecek zamanın savurmasından da kurtarmak ister. 'Tul-ı emel' yani uzun emel denilen şey, insanın içinde bulunmadığı bir zamanda yaşayacağını bir hak ve zorunluluk gibi kabul etmesine yönelik bir ikazdır. İnsan geçmişte tasarrufu olmadığı gibi gelecekte de tasarruf ve yetki sahibi değildir. İnsanın mazinin tecrübesiyle şekillendirmek istediği gelecekte kendisi olacak mıdır olmayacak mıdır, bunu bilmiyoruz. Gelecek sadece bir beklentidir: hem nesnel gelecek beklentidir, hem gelecekte varlığımız beklentidir. Bu nedenle sufiler dikkatlerini 'an'a çevirerek şimdiki anın yükünü üstlenmeyi hayatın gerçek anlamı saymışlardır.

İşin bu yönü Şeb-i Arus'u kendisinden hareketle anlayabileceğimiz noktadır: Sufiler ömrü geçmiş ile gelecek zaman yükünden soyutlanarak şimdiki an içinde anlamak istemişlerdir. Ömür dediğimiz şey, gecesi sevgiliye vuslat ve dar-ı bekaya irtihal olan günden fazlası değildir. İnsan gecesinde irtihal edeceği günü nasıl yaşamalı ise ömrü öyle düşünmeli ve öyle yaşamalıdır. Mevlana bize bunu söyledi ve gitti!

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN