Arama

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça
Ocak 18, 2018
Bir zamanlar böyle idik...

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, o günkü dergi ve gazetelerde yazılanlara ve çeşitli mahfillerde konuşulanlara bakıldığında farklı bir nesil, ciddi olarak İslamî kavramları tartışıyor ve İslam'ın geleceği ile ilgili önemli konuları Müslümanların gündemine taşıyordu. İslam dünyasına ümmet anlayışı çerçevesinde yaklaşmak son derece önemli mesafelerin aşıldığının göstergesiydi. Kullanılan dil ve üslup farklı idi. Ümmet, İslam ümmeti, İslam nizamı, İslam'da devlet nizamı, İslam'da siyaset, İslam'da hükûmet, hilafet, İslam devleti, emirü'l-mü'minin, darü'l-İslam, İslam dinarı, İslam kardeşliği, İslam ortak pazarı, İslam devletleri ortak askerî teşkilatı, ortak İslam ordusu gibi kavram ve ifadeler farklılıkları daha da belirginleştiriyordu.

O günlerde yirmili ve otuzlu yaşlarda olanlarımız bugün altmışlı yaşlara geldi, hatta yetmişlere merdiven dayadı. O yıllarda bu kavramlara zihin yoranlarımızın bugün ellili, kırklı, otuzlu ve yirmili yaşlarda olan kesimin yetişmesinde büyük emeği ve rolü vardır. Belli bir tavır ve mücadele anlayışı, seksenli ve doksanlı yıllarda sağlam ve emin adımlarla ilerlerken 28 Şubat engeli ile karşılaştı. Her mücadele, her dava her zaman aynı tempo ve hızla yürüyemez. Mutlaka bazı engellerle karşılaşır. Bu tabii bir süreçtir. Ümmetin hayatında Bedir'ler olduğu gibi Uhud'lar da olabilir ve hatta Uhud'lar olmalı ki Mekke'nin fethi gerçekleşsin. Gayet tabii olarak bu süreçte sıkıntılar karşısında yeni stratejiler de uygulanabilir. Bu da mümkündür. Hatta mücadele yolunda dünyevî makam ve imkânlarla karşılaşma nedeniyle dökülmelerin de olması tabiidir. Fakat tabii olmayan bir döküntü vardır ki Müslümanların bu hususu iyi düşünmesi gerekir: İslam davası ve heyecanı…

Müslüman dava sahibidir. Müslüman, ashabın Mekke günlerinde yaşadıklarını ve hissettiklerini aynen yaşar ve hisseder. Zaten hissetmek zorundadır. Bu tavırdan ve çizgiden asla taviz veremez ve vazgeçemez. Tavizi isteyen taraf kendisi değil, İslam'a karşı olanlardır. Onlar her zaman Müslümanların ve mücadele eden kesimin taviz vermesini bekler ve kendileri de taviz vermeye hazır olduklarını gösterirler. (el-Kalem, 68/9).

Konuya yeniden dönersek Müslümanlar için en büyük handikap siyasî ve ekonomik hayatta meydana gelen değişikliklerle başlayan süreç olmuştur. Sade yaşamaya alışmış, mütevazı, kanaatkâr; hatta fakirliği umursamayan, bir ceketi, bir paltoyu beş on yıl giyen gayet onurlu bir hayat tarzıyla kendini özdeşleştirmiş bir Müslüman kitle vardı eskiden.

Bu kitlenin bir kısmı, sahip olduğu imkânların ötesinde bir imkâna kavuşunca hayat tarzı ve felsefesi birden ve tamamen değişti. Ekonomik alandaki imkânlarla başlayan dünyevileşmelerle tamamen farklılaşmaya çalışan, bu vesileyle sınıf atladığını düşünen, oturduğu semtleri beğenmeyip mekân değiştiren, mahalleyi bırakıp havuzlu sitelere yerleşen, sosyal ve ailevî hayatlarında değişikliklere kalkışan bir kesimin aramızda türeyerek yetmişli yılların söylemlerini terk etmek suretiyle ağız değiştirmeye başladığını hep beraber müşahede ettik. Öyle değil mi? Bunları hep birlikte yaşamadık mı? Belli kavramları öldürmek için bir tatile, dolgun bir ücrete bağlanıp "İslam'da yönetim biçimi, İslam'da devlet, İslam'da hilafet, ümmet, ümmet kardeşliği, mücadele, cihat, ümmet mağdurlarının imdadına koşmak, İslam birliği, Kur'anî birer terim olarak mü'min, kâfir, münafık, müşrik, tağut, İslam düşmanı (Aduvvullah), emperyalist Amerika, tek yol İslam kavramlarının inkârcıları türemedi mi aramızda? Bu söylediklerim yanlış şeyler mi Müslümanlar! Söyleyin bana.

Hani biz bir davanın görev ve sorumluluğunu yüklenmiştik. Beraber omuzlamıştık bu davayı… Kimseye gönderme yapmıyorum, kendime söylüyorum. Vakıadan hareketle öz eleştiri yapalım istiyorum. Hepimiz yeniden dünyevileşme çerçevesinde bir nefis muhasebesi yapalım diyorum. Bunları söylerken kalbimde mü'minlere karşı asla bir kızgınlık taşımıyorum, bilakis herkesin yaptığı güzellikleri bütün kalbimle destekliyor ve takdir ediyorum.

Elli yıldır bu davanın yükü altında direnerek davaya omuz tutanlar, meydanlarda ve her yerde yılların eskitemediği omuz sahiplerinin her zaman aynı tavrı sergilemelerini istemek hakkımız değil midir? Dava adamı olduğumuzu unutamayız, uzlaşmacı olamayız. İkram ve iltifatlar, zengin sofralar bizleri aldatmasın, bozmasın diye kendimize ve bütün eski arkadaşlarımıza, kardeşlerimize seslenmek hakkımız değil midir? Bu hakka sahip olduğumuzu zannediyorum.

Bazı eski solcu döküntüsü laik ağızlı kimseler: "Müslümanlar, İslamcılıktan vazgeçti." söylemlerini gündemde tutarak bizleri buna alıştırmak istiyorlar. Bazı kraliyet ailelerinin İslam'ı yumuşatmaya kalkışıp liberalleştirmesi bizi alakadar etmemelidir. Biz zaten onlarla asla barışık olmadık ve yorumlarını benimsemedik. Gerçekten yetmişli yılların mücadele adamları kendi kendilerine sorsunlar: "Biz İslam'dan ve İslam için mücadeleden vazgeçip liberalleştik mi?" Bir lojman, bir siyah veya kırmızı plakalı araç, bir ihale, bir villa, zenginlik, para, bir akademik unvan, bir makam veya bazı faşist ve militarist tehditler bizi davadan vazgeçirememeli. Nerede olursak olalım hangi makam ve mevkiyi işgal edersek edelim, bizim bir davamız vardır. Bazı dünyevî imkânlar mubahtır, bunlar haramdır demiyorum. Müslüman villada oturur, zengin de olur. Resulullah'ın sözüyle "Salih mal, salih kişiye yakışır." Bunu biliyorum, ama İslam'ın kavramları ve net söylemleriyle konuşmak gerekir ve biz yetmişli seksenli yılların kavram ve söylemlerinden vazgeçemeyiz, diyorum. Dili liberalleştirmek, laik bir dilden yana olmak ve hatta böylesi bir dil ile konuşmak davanın kenarından bile geçmeyi istememek, eski dost ve arkadaşlarını unutmak veya küçümsemek, farklı liberal yapılanmaların içinde sığıntı gibi durmak, Müslümanların kullandıkları İslamî kavramları ve takındıkları asil ve net İslamî tavrı hafife alıp "Siz hâla orada mısınız?" gibi küçümseyici tavırlar içinde olmak Müslüman'a asla yakışmaz.

Bir zamanların yılmaz, radikal tavırlı aydın, yazar, üniversite temsilcisi öğrenci arkadaşları ve yine bir zamanların hepimizi içine alan kurum ve kuruluşlarımızın ileri gelenleri, üst düzey yönetici ve ağabeylerinin önemli bir kısmı şimdi nerede? Onlar gerçekten bir zamanların dava adamı diyebileceğimiz birer dava erleri idi. Bürokraside yer almamız veya bazılarımızın iş adamı olması, bir zamanlar kendilerine çok yakın olduğumuz dava arkadaşlarımızı unutmayı gerektirmez. Zengin iş adamı, bürokrat, milletvekili, rektör ve hatta bakan olabiliriz, ancak İslam davasını, Müslümanların problemlerini, sıkıntılarını görmezlikten gelemeyiz değil mi? Lütfen bu makam ve imkânlar içinde özümüzü kaybetmeyelim.

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN