Arama

Zekeriya Erdim
Haziran 28, 2017
“Tatil” mi, “Tadil” mi, “Tebdil” mi?

Örgün eğitim kurumlarının hemen hepsinde, 2016-2017 öğretim yılı sona erdi. Devlet memurlarının ve özel sektör çalışanlarının çoğu için, yıllık izinlerini kullanma dönemi geldi.

Başta yaşlılar ve emekliler olmak üzere, insanların önemli bir kısmı; doydukları yerlere geçici olarak veda edip, doğdukları yerlere geçtiler. Güçlerine ve imkanlarına, önceliklerine ve özelliklerine göre tercihler yapıp; kimileri sahilleri-sayfiye yerlerini, kimileri yaylaları-platoları seçtiler.

Hasılı, toplum olarak; top yekün "tatil mevsimi"ne girdik. Yerlerimizden oynadık, yollara düştük; kısa ya da uzun süreli yer değiştirdik.

Şüphesiz, tebdil-i mekanda (yer değişikliğinde) ferahlık vardır. Fakat, bu değişik mekanlarda ve ortamlarda geçirdiğimiz yahut geçireceğimiz zamanlar boşa gidiyorsa; insan için de toplum için de zarar-ziyandır.

ÖMÜR KISA, YOL UZUN

Eskiler; "Adını koyalım da çağırması kolay olsun" demişler. Almak istedikleri dersi, vermek istedikleri mesajı, taşımak istedikleri değeri; kelimelerin, kavramların sırtına yüklemişler.

Bu açıdan bakıldığında, tatil; "durdurmak, ara vermek" anlamına geliyor. Oysa, yaratılmışların tamamı için; hayat, kesintisiz devam ediyor.

Zaman akıp giderken, hayat sürekliliğini koruyarak devam ederken biz durursak; ömrün kısa yolun uzun olduğu şu dünyada, kervanın gerisinde kalırız. Yolu unutur, yolculuğa ara verirsek; bazı şeyleri kaçırır ve sonunda mağdur ya da mahrum oluruz.

Bir adım öte geçip"tatil" yerine "tadil"i seçersek; "düzeltme" yahut "doğrultma" anlamına vurgu yaparız. Eksiklerimizi tamamlar, yanlışlarımızı düzeltir; tümseği aşıp düze çıkarız.

Bundan daha iyisi, tebdil; yani "değiştirmek, dönüştürmek"tir. Motoru istop ettirip durmak, ara vermek yerine; güzergah değiştirerek, bir başka hal ve gidiş ile hedefe doğru devam edebilmektir.

Bu; yeni kapılardan içeri girmek, yeni yapıların özelliklerini ve güzelliklerini görmek gibidir. Değişik çevre ve ortamların; farklı ve çeşitli nimetlerinden istifade etmek anlamına gelir.

O halde, "tatil"lerimizi "tadil"e ve hatta "tebdil"e dönüştürebilirsek; az zamanda çok kazanç elde edebiliriz. Hayatı daha anlamlı ve değerli hale getirip; dünyadan ahirete göçerken, daha çok azıkla gidebiliriz.

BALCI MACİT

Yıllardır, tatil mevsimlerinde; her sene başka bir şehre gidiyoruz. Pergelin sabit ucunu konaklama mekanına yahut mahalline batırıp; hareketli ucuyla, gün içinde gidip gelinebilecek her yeri geziyoruz.

İşbu seyehatlerimizden birinde; bölge olarak Doğu Karadeniz'i, nokta olarak Rize'yi seçmiştik. Sahillerinde, denizin tatlı mavisi ile karanın sıcak yeşilini doyasıya seyretmiş; yaylalarında ve platolarında baş döndüren havasını tenefüs etmiş, karpuz çatlatan sulardan içmiştik.

Ayder Yaylası'na gittiğimiz gün; dikkatimizi çeken bir şey oldu. Yol kenarlarına, belli aralıklarla dikilmiş tabelalar; ısrarla, "Balcı Macit"ten bahsediyordu.

Biraz sonra, bal tezgahının kurulduğu yeri bulduk. Tanıştık, konuştuk; birkaç kavanoz bal aldık.

Bizim çocukların annesi; "Beyfendi, buralarda arsa fiyatları nasıl?" diye sordu. Çünkü; bölgeyi çok sevmişti ve iyi kötü kalacak bir yer sahibi olup, tekrar tekrar gelmenin hayalini kuruyordu.

Balcı Macit, sıcak ama seviyeli bir üslupla; "Ne yapacaksın bacım?" dedi. Niyetimizi öğrenince, eliyle yol kenarındaki ahşep evi ve yanında uzanıp giden tarlayı göstererek; "Aha yer. İstediğiniz zaman gelin, istediğiniz kadar kalın" cevabını verdi.

Hatta, bununla yetinmeyip; "İlla bizim de bir yerimiz olsun diyorsanız, yanına bir ev de siz yapın" cümlesini ilave etti. Bu samimiyet karşısında, bizimkilerin gözleri fal taşı gibi açıldı ve hayretten akılları başlarından gitti.

Bir daha Rize'ye yolumuz düşmedi, Ayder Yaylası'na çıkmadık. O ahşap evin yanına, bir ev de biz yapmadık.

Fakat; o gün bugündür, sanki orada bir evimiz, yerimiz varmış gibi geliyor. Bölgenin ve ülkenin karakteristik özelliklerini şahsında temsil eden o güzel insanı hatırladığımızda; gözlerimiz sevinçle, gönüllerimiz huzurla doluyor.

"SELAM"IN SIRRI

Birkaç yıl önce, bizim hanımla birlikte; Hakkari Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi tarafından organize edilen "Aile Sempozyumu"na gitmiştik. Ailenin kurulması ve korunması üzerine tebliğler sunmuş; küçük aileden büyük aileye atıfta bulunarak, millet olma yahut ümmet olma bilinciyle ilgili mesajlar vermiştik.

Akşamları, öğrenci yurdunun kafeteryasında sohbet ederken; terör örgütünün tesirinde kalmış gençler, bizi hayli sıkıştırdılar. Hatta, sempozyumun icra edildiği İl Genel Meclisi salonunda; tebliğlerin müzakeresi sırasında, bağrımıza saplanan hançerler misali sivri ve yaralayıcı cümleler sokuşturdular.

Ancak, seksenine merdiven dayamış bir teyzenin şefkatli kolları arasında; kaybettiğimiz ümidi yeniden bulduk. Bir kelimenin sihirli manası, muhtevası içinde; birlikte bahtiyar olduk.

Şehrin ana caddesinde, orjinal yöresel kıyafetleriyle dikkatimizi çeken bir teyze; ağır adımlarla, bize doğru yürüyordu. Ara sıra yürümeye ara verip, iki elini beline dayayarak; derin derin nefes alıyordu.

Yaklaşıp yüz yüze geldiğimizde; bizim hanım "Selamün aleyküm teyzeciğim" diye selam verdi. Başını kaldırdı, hasretle ve muhabbetle gözlerine baktı; "Vealeyküm selam" sözünden sonra, bir şefkat ve merhamet medeniyetinin ete kemiğe bürünmüş sembolü gibi durdu.

Kollarını ardına kadar açıp; gurbetten gelmiş kızını kucaklar gibi kucakladı. Sonra alnından öptü; müşfik elleriyle yanaklarını okşadı.

Derken, bizim Kürtçe'nin "k"sini bilmediğimiz gibi; onun da Türkçe'nin "t"sini bilmediğini anladık. Lâkin hiç dert değildi; "selam" ile anlaştık, "fiemanillah" ile uğurlandık.

O gün bugündür, kalbimizin bir bölümü Hakkari'de atıyor. Yaşlı teyzenin şahsında tecelli eden ana kokusu, buram buram burnumuzda tütüyor.

KARDEŞLİK DESTANI

Osmanlı Coğrafyası'nın yahut İslam Dünyası'nın değişik ülkelerine, bölgelerine gittiğimizde; bize verilen değerin yahut bizden beklenen hünerin farkına varıp, "Meğer biz neymişiz" dedik. Ufkumuz genişledi, azmimiz bileylendi; yüreğimizin birer parçasını oralarda bırakıp öyle geldik.

2008 Yılının Temmuz ayında, seçkin bir halk oyunları ekibi ile Dağıstan'a gitmiştik. Hazar şehrinde yapılan uluslararası Folklör Festivali'nde, Türkiye'yi temsil etmiştik.

Orada bizi, kelimenin tam anlamıyla; dostça ve kardeşçe karşıladılar, ağırladılar, uğurladılar. Aynı zamanda Vali sıfatını taşıyan Belediye Başkanı ile Özerk Cumhuriyet'in Kültür ve Turizm Bakanı; "Evimize gelmeden, çorbamızı içmeden kardeşlik tamam olmaz" diyerek kendi sofralarına oturtup ikramda bulunmadan bırakmadılar.

Bu teveccüh karşısında kanımız, canımız kaynadı; kardeşlik duygularımız derinden depreşti. Hatta bir adım daha ileri gitti; "Kardeşlik Destanı" adlı şiire ve besteye dönüştü.

DÜNYAMIZ RAMAZAN, AHİRETİMİZ BAYRAM

Şimdilerde, bir Ramazan ayının rahmet ve bereket ikliminden geçtik. Arkasından, Bayram yaptık; huzur ve güven ırmağının suyundan içtik.

Artık, bu rahmeti ve bereketi diğer aylara, yıllara taşıma zamanı. İyiliği ve güzelliği, dostluğu ve kardeşliği, kesintisiz yaşama zamanı.

Bunu başarabilirsek; dünyamız Ramazan, ahiretimiz Bayram olur. Karanlık çekip gider, gökler ağarır; kötülükler terk-i diyar eder, gönüller durulur.

Adına her ne diyeceksek diyelim; değişik çevrelere, ortamlara gidip gelişlerimiz birer fırsattır. Sürmesini bilirsek; zaman ve mekan, bizi dünyevî ve uhrevî gayelerimize götüren birer attır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN