Arama

Prof. Uğur Derman
Mart 9, 2018
Ta'lîk hattının unutulmaz ismi: Mehmed Hulûsi Yazgan
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Hat san'atı'nın büyük isimleri - 27

Bugünkü yazımızı XIX. asrın sonlarından îtibâren verdiği eserleriyle Türk Hat San'atı'nda müstesnâ bir mevkî kazanan Hattat Mehmed Hulûsi Yazgan'a tahsîs ediyoruz.

Fâtih'in Çarşanba semtinde 27 Nisan 1869'da Fâtih dersiâmlarından ve Dârüşşafaka muallimlerinden, Mismar Şüca' Câmii imâmı Hâfız Mustafa Efendi'nin oğlu olarak doğan Mehmed Hulûsi, bazı imzâlarında Hocazâde lakabını kullanmışdır. Kendisi ilk tahsîli sırasında hıfzını tamamlamış ve câmi derslerine devâm ederek bu sâhada yetişmişdir. Sultan Selim Câmii müezzinliği, onun -sıhhati müsâade etdiği nisbetde- ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü dînî vazîfesi olmuşdur.

Hulûsi Efendi önce Sultan Selim Mektebi'nde Osman Nûri Efendi'den (1842-1915), sonra Muhsinzâde Abdullah Bey'den (1832 –1899) sülüs-nesih yazılarını öğrenmişdir. Ta'lîk hattına Fetvâhâne müsevvidi Karînâbadî Hasan Hüsni Efendi'den (ö.1914) başlayıp, Çarşanbalı Hacı Ârif Bey'le (ö. 1892) devâm etmiş; fakat asıl feyzi Sâmi Efendi'de (1838 –1912) bulmuşdur. Her iki yazı nev'inden de icâzetnâme aldıkdan sonra, daha ziyâde ta'lîke yönelen Hulûsi Efendi'ye bu tercîhinde telkînde bulunan Sâmi Efendi, âdetâ ileriyi görmüş ve onun, ta'lîk hattında devrinin yegânesi olması için gerekli bütün şartları sağlamışdır. Bu sebeple sülüs ve celîsinden nasîbi olmakla berâber (Resim 1), hocasının yönlendirmesiyle ta'lîk ve celîsinde karar kılmışdır (Resim 2).


Resim 1: Hulûsi Efendi'nin Sultan Abdülmecid Türbesi kapısı üstündeki celî sülüs kitâbesi.


Resim 2: Hulûsi Efendi'nin celî ta'lîk ile yazdığı, Lokman sûresinin 34. âyet-i kerîmesi.

Hem üstâdâne eserler vermeğe, hem de san'atını yeni heveslilere öğretmeğe başlayan Hulûsi Efendi, 1915'de kurulan Medresetü'l-Hattâtîn'e ta'lîk muallimi olarak tâyîn edilir ve harf inkılâbına kadar vazîfesini sürdürür (Resim 3 ve 4). San'at şevkıni mânen ve maddeten söndüren bu hazîn vâkıadan sonra, düşdüğü sıkıntıyı gören ve kendisini seven Müzeler müdîri Halil Edhem Eldem (1861-1938), geçimine yardımcı olabilmek için Hulûsi Efendi'ye "türbeler başbekçiliği" vazîfesini verir. Böylesine kudretli bir san'atkârın mesleğinden koparılmasının getirdiği teessür -dervîş yaradılışına rağmen- onda kısmî bir felce yol açmış ve Hulûsi Efendi'nin san'at hayâtı 1929'dan îtibâren tedrîcen sönmeğe başlamışdır.


Resim 3: Hulûsi Efendi'nin ta'lîk hattıyla bir mürekkebât meşkı (Hilye-i Hâkānî'den).


Resim 4: Hulûsi Efendi'nin Farsça bir mâil ta'lîk kıt'ası.

Hulûsi Yazgan'ın hattat olarak kırk yıldan fazla devâm eden bir meslek hayâtı vardır. İcâzet aldığı 1897 senesinden îtibâren sür'atle tekâmül göstererek, bilhâssa 1903'den sonra yazı meraklılarının hayranlığını kazanmışdır. Hocası Sâmi Efendi, onun şâheserlerini dünyâ gözüyle seyrederek, dâimâ takdîrkârı olmuşdur. Verdiği her san'at mahsûlünde kendi kendisini geçer bir hamle içinde bulunuş hâli, hurde yazıları için 1335/1917, celî yazıları için de 1340/1922 yıllarına kadar devâm eder; ondan sonra aynı dereceyi muhâfazaya çalışan üç-beş sene... Ve hayâtının son devresindeki maddî sıkıntılar, çileler, vefâsızlıklar, hastalıklarla birlikde gelen günler... Nihâyet, 8 Ocak 1940 sabahı, yağı tükenen o feyizli kandil... Mevlevî tarîkati mensûbu ve Allâh'ın gizli evliyâsından olduğuna şübhe edilemeyecek kimliğiyle, Hulûsi Efendi'nin eski Edirnekapısı mezarlığı'nda bulunan kabri de bugün mâlûm değildir.

Onun yakın dostlarından ve Osmanlı maârifinin değerli idarecilerinden Fuad Şemsi İnan'ın (1883-1974) Hulûsi Efendi'ye dâir anlattıkları, bu velînin şahsiyetini belirtmek cihetinden kayda değer: "Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa'nın umûmî vekîli olduğum sıralarda, kendileri için bir kartvizit bastırmak lâzım geldi. Ta'lîk hattı ile yazılması münâsib görüldüğünden, o devrin (1920'li yıllar) mâruf ta'lîknüvîsi Hulûsi Efendi'yi bu maksadla aratdım. Her ne kadar aynı mektebde (yâni Darüşşafaka'da) o yazı muallimi, ben de müdîr olarak bulunduysak da, hizmetlerimiz farklı yıllara rastladığı için muârefemiz yokdu. Dâvetim üzerine geldi; kendisine arzûmu bildirdikden sonra ödenilecek meblâğı sordum, '25 lira' dedi... Vay vay! En benâm hattatların bir liraya yazdıkları kartvizite, bu, 25 lira istiyordu; bu kadar açgözlülük olur şey değildi! Sinirlendim ama renk vermemeğe çalışdım. 'Peki ne zaman yazarsınız?' suâlime de: 'Canım ne zaman isterse o zaman!' cevâbını vermez mi?... İşte bu, hoşuma gitdi. Riyâ, tabasbus yok, boyun eğmeyen bir san'atkâr... 'Herif tam benim aradığım gibi!' diye düşündüm; ona karşı içimde bir hürmet ve muhabbet hissi uyandı. Bir müddet sonra, yakınlık peydâ etmek için, kendisini yemeğe çağırdım. Kapıdan içeri girince, kulağına eğilip: 'Böyle dâvetlere eli boş gelinmez, bir şey getirilir' diye takıldım. Duraklamadan cevâbı yapışdırdı: 'Patlamayınız efendim!' ve cübbesinin içinden tomar hâlinde sarılı bir yazısını çıkartıp elime tutuşdurdu! Bu, 'Hikmetin başı Allah korkusudur' meâlindeki, kendi yazdığı bir celî ta'lîk şâheseriydi. Hım!... Bu hadîsin seçilişi de boşuna olmasa gerekdi...

Yavaş yavaş anladım ki, Hulûsi Efendi maddeye hiç mi hiç kıymet vermeyen, son derecede mütevâzı, velî tabîatlı bir adamdır ve kendisiyle tanışdığımız gün bana karşı çıkışır tarzda muâmele edişi, üzerimde hissetdiği kibir ve benlik dolayısıyladır. Zamanla yakınlaşdığımızda, 'Efendi! Sen bu kibr ü azameti terk et. Onun için de namaza devâm eyle, alnın secdeye gelsin!' diyerek, nasihat yollu namaza başlamama vesîle olmuşdu.

Seneler geçdikçe, Hulûsi Efendi'yle muhabbetimiz artdı. Vefâtından hemen sonra -bana çok tesîr eden- bir vak'asına şâhid oldum. İbrahim Bey nâmında varlıklı bir dostum, bir gün ziyâretime geldi ve bana: 'Her ay muayyen bir mıkdar nakdî yardımda bulunmak arzûsundayım, fakat bu şahsın beni tanımaması, benim de onu bilmemem için tavassutunu isteyebilir miyim?' diyerek âlîcenaplık gösterdi. Geçmiş gün, yirmi veyâ otuz lira, öyle bir şey amma o zaman mühim paraydı! 'Peki' dedim. 'Sen her ay buraya bırakırsın, ben îcâbına bakarım'. Ancak o anda kime vereceğime dâir bir tesbîtim olmamışdı. İbrahim Bey gitdi, derken biraz sonra Hulûsi Efendi çıkagelmez mi? Fakat düşünceli bir hâli vardı. 'Ne o papas! (kendisine takılmak için böyle hitâb ederdim) Bir derdin mi var?' dedim. Hastalığı yüzünden yazı ile pek meşgûl olamadığını, türbeler bekçiliği maâşıyle de (40 lira) geçinmekde güçlük çekdiğini sıkılarak anlatdı. 'Bana bak, üzülme. Her ayın beşinde buraya gelip bir zarf alacaksın. Lâkin kimden geldiğini sormayacaksın' dedim ve ilk zarfı da hemen uzatdım. Duâlar ederek aldı. Bu hâl haylı zaman sürdü. İbrahim Bey de yardımının hayra yaradığından emindi... Nihâyet, çok üzüntülü bir günümde yanıma gelerek: 'Birâder, benim işlerim bu arada birden bozuldu. Her ay sana bırakdığım zarfı getirmeğe artık imkânım kalmadı, bilmem ki ne yapsak?' dedi. Ona verdiğim cevap, aynı zamanda büyük teessürümün sebebini de belirtmiş oldu: 'Hâcet kalmadı Beyim' dedim. 'Senin zarfı her ay alan mubârek zâtı dün Hakk'ın rahmetine tevdî etdik. Şimdi ona ancak Fâtiha'lar gönderebiliriz!' Bu hâl ikimizin de gözlerini yaşartmışdı."

Fuad Şemsi merhûmun anlatdığı bu hâdisedeki İlâhî nükteye pek uyan şu hikmetli beyit işte o zaman hâtırıma gelip, kendisine de okudumdu:

"Hudâ, dîvâr-ı devlethâne-i erbâb-ı ıkbâli,

Gehî bir lâne-i güncüşk-i bî-ârâm içün saklar"

(Allah, ıkbâl sâhiblerine âid evlerin duvarını, bâzan uçup oynayan bir küçük serçenin yuvasının korunması için ayakda tutar).

Hulûsi Efendi'nin müze ve koleksiyonlarda görülen kıt'a ve levhaları dışında umûma açık yerlerdeki eserleri sayılıdır. Çünkü onun san'at hayâtı Osmanlı Devleti'nin sıkıntılı son yıllarına tesâdüf etmişdir. Bunlardan birkaçını sıralayalım: Sultan Selim Câmii'nde, altınla yapışdırma olarak hazırlanmış celî sülüs ve celî ta'lîk iki latîf levhası; Yavuz Sultan Selim türbesinde Abdülhak Hâmid'in "Türbe-i Selîm-i Evveli Ziyâret" manzûmesi; Sultan Abdülmecîd'in türbesi kapısında celî sülüs âyet; Sultan Ahmed Câmii'nde, yapışdırma altınla celî ta'lîk "Keşefe'd-dücâ bi cemâlihî" levhası; Ankara'da, ilk Büyük Millet Meclisi binâsının toplantı salonundaki "Hâkimiyet Milletindir" celî ta'lîk levhası; Kāhire'deki Menyel Kasrı'nda, Prens Mehmed Ali'nin yapdırdığı mescidin duvarlarında kuşak hâlinde yazılmış celî ta'lîk "Ezân-ı Muhammedî" ilk akla gelenlerdir. Ta'lîk hattıyle hilye yazmakda da erişdiği mertebe geçilemeyecek son isim olan Hulûsi Efendi'nin adedi belirlenemeyen hilye levhaları da anılmağa değer.


Resim 5: Hulûsi Efendi'nin ta'lîk hattıyla bir hilyesi.

Osmanlı ta'lîk ve celî ta'lîk yazılarının unutulmaz ismi, velî şahsiyetli Hulûsi Efendi'yi rahmetle anıyoruz.

Prof. Uğur Derman

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN