Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Nisan 22, 2018
Faşismden millî toplumculuğa

ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN ANA İDEOLOJİSİ

  • Faşismden Millî Toplumculuğa

Faşist devlet ülküsü, kan bağının geniş toplumsal dağılımıyla çıkan, geniş aile topluluğu da denilen kabîleciliğin karşı ucudur. Faşist devlet ülküsünün karşıtı, kabîleci - kavimci kan bağı anlayışını temsîl eden Millî toplumcu devlet anlayışıdır. Onda soyut motivlerin çerçevesinde buluşup kenetlenmiş kişiler değil de, kan bağı ile yurd ortaklığını esâs almış bireyler söz konusudur. Nitekim Millî toplumculuk ideolojisi, geçmişin sisli, puslu ufuklarında kol gezen Germen boylarının kandaşlık töresinden gelen kan ile toprak (Alm Blut und Boden) saplantısı üstüne binâ edilmiştir. Belli, sınırlı toprak parçasını paylaşıp —yurtdaşlık (L popularis)— kan bağı —kandaşlık (L cognatus)— bulunan bireyler,[1] Millî toplumcu devletin kurucu unsurlarıdır. Toprak (L terra) ile kan (L sanguis), temel inanç birimleridir. Bunlar, insanın biyolojik —canlı— bağlarıdır. Bu çeşit bağlara dayalı olanlara biyolojik —canlı— toplum yapıları diyoruz. Bunun tersi örneklerini Hz Muhammed'in önderliğini ettiği İslâmî esâslara uygun Medîne —kamuoyuna değil de, seçilmiş bilginlerin (Ulemâ) oyuna dayalı— Şûra cumhuriyetciliğinde ve Osmanlı ile Roma devletlerinde gördüğümüz, sosyolojik, demek ki beşerî devlet teşkilâtlanmasıdır.

Öyleyse, Millî toplumculuğun temel mefhumlarından kan ne anlama gelir? 1937'de basılmış olan "Millî Toplumcu Eğitim"[2] başlıklı derlemede yayımlanmış makalesinde (389.&390. syflr) Dr Erika Emmerich, kan motivini bize şöyle izâh ediyor: "... Kan, yalnızca kalıtım özelliklerinin taşıyıcısı değildir. O, daha ziyâde, aynı özden gelen insanların birliğinden doğan ve akılla kavranılamaz gücün ifâdesidir... Kavram olarak beşerî ne varsa, onu dile getirmekle birlikte, insanlar arasındaki farklı özelliklerin vurgulanması dahî, aynı kavramın anlam içeriğinde saklıdır. Öyleyse, kan felsefesi[3], akıl yoluyla kılı kırk yarmak sûretiyle kurgulanmış (Alm erklügeltes) bir bilim sisteminden daha fazla bir şey olmak istiyorsa, insanın farklılığına duraksamaksızın parmak basmalıdır. Bu felsefe, şu durumda, insanla ilgili toptancı belirlemeler yapmak gafletinden bizi alıkoyacaktır. Böylelikle insan varoluşuna ilişkin bir felsefeyi yazmanın artık mümkün olmadığı belirtilmelidir.

Şimdi, insanların ortak paydası, daha açıkcası, onları doğadaki öteki var olanlardan ayırmamızı sağlayan bir durum —demek ki genel bir insan-olma durumu!— varsa, o takdîrde, bu genel insan-olma durumu (Alm Menschsein), insanın gerçekten özümüdür —öz, başka bir anlatışla: İnsanın en son belirlenimimidir (Alm Bestimmung)— diye sormalıyız. İnsanın son metafizik belirlenimi nedir? Bu, câmiasına bağlı kalması durumundan; daha da önemlisi, kanına karşı taşıdığı ödevden başka bir şey değildir. İşte bundan dolayı, geleceğin felsefesi, felsefe gerçekten var olmağa devâm edecekse, kanın felsefesi olacaktır. Her felsefe, önemi ile anlamını, mensubu olduğu kandaş insanların oluşturdukları câmiada (Alm Gemeinschaft) bulacaktır. Ancak, kan fikri (Fr Idee), yalnızca cisimleştirilebildiği (Alm Verkörperung) yerde varolabileceğinden, kan felsefesi, tekrar bir son varlığın salt kavramlılığına[4] gömülmek istenmiyorsa, bizlere Kuzeyli kanın felsefesini dile getirmek zorundadır. Şu hâlde, kan felsefesi, bizlerçin özel Kuzeyli kanı biçiminde anlam taşır."[5]

Millî toplumculuk, sacayağına dayanır: Bir: Irk esâslı Milliyetcilik —millî eğitim - toplum - sanat - iktisât siyâsetleri; iki: Israil kavminden ırk mülâhazalı nefret —Ortaçağ Hırıstıyan Avrupa'sının tersine, burada, dinî telâkkîler önemlerini yitirmişlerdir;[6] üç: Askercilik — sivil bir mesleğe intisâb etse de fark etmez, her erkek, asker olacakmışcasına talîm terbiye görür, bil kuvve askerdir; böylelikle kurum olarak sivilliğin, toplumun yapılanmasında yeri yoktur; kadın ise, savaşan erkeğin destek kişisi olarak yetiştirilir. Millet, biçimbirliğine (Fr uniformite) erişmiş toplumdur. Bu ülküye toplumu taşıyan araç, talîm terbiye özelliğini gösteren eğitimdir. Onun da asıl işi, bireyleri çelikleşmiş irâdeyle techîz etmektir. İrâde, öncelikle İdealist felsefenin, Alman milletine telkîn etmiş olduğu vazgeçilmez bir ilkedir. Tabiî, bu ilke, Martin Luther (1483 - 1546), Immanuel Kant, Johann Gottlieb Fichte (1762 - 1814), Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Arthur Schopenhauer (1788 - 1860), Friedrich Nietzsche gibi, çağların en büyük, en parlak filosoflarına gökten zenbille inmemiş. Filosof, içine doğduğu toplumun adetâ radarıdır. Ortalıkta 'serseri mayın' misâli dolanan değerleri derleyip toparlar, ardından bunları aklın biçimlendirici potasında işleyerek sıkı dokunmuş sistem hâlinde toplumuna iâde eder. Felsefîleştirilmiş bu değerler, ahlâk nizâmı şeklinde, uzun vadede eğitim yoluyla topluma 'yedirilir'. Bahse konu değerler, gündelik yaşayıştan tutun da zanaat, ticâret, askerlik ile siyâset sevîyelerinden geçerek bilim, sanat ile din gibi, toplumun en yüce düzlemlerine dek yaygınlaşıp yerleşir; milletin caracteristique özellikleri hâlini alırlar.

Toplumu belirleyip biçimleyen en başta gelen etkenler, onun içerisinde yaşadığı tarihî ile coğrafî şartlardır. Onlar, onun maşerî hayâlhânesi ile nefsini, hayat gâyesini, âdetlerini, gelenek ile göreneklerini, zanaat nevilerini, giyim ile kuşamını, yemesini içmesini, hâl ile hareketlerini tayîn ederler. Batı Avrupa'nın kuzeyinde yaman yelli, azgın dalgalı denizler ile geçit vermez dağlar arasında kalan sık çam ormanları ile bataklık düzlüklerde, yılın büyük bir kısmını karanlıkta, kar ile buzun tahakkümü altında geçirerek doğanın yarattığı en amansız şartlarına göğüs gererek yaşayan Germen ve onların ahfâdı olan Alman boyları, daha doğuda benzer güçlüklerle boğuşagelmiş Rus, Moğol ile Türk kavimlerinde de gördüğümüz özellikler geliştirmişlerdir. Ne var ki, bilâhare tarih boyunca intisâb edilmiş farklı medeniyet daireleri bu özellikleri hatrı sayılır derecelerde değişikliklere uğratmışlardır. Meselâ İslâm medeniyetinde yerlerini almış bulunan Türkler, burada kaldıkları sürece Millî toplumculuk yahut Sermâyecilik çeşidinden ideolojileri geliştirmeleri veya bunlardan birine 'takılmaları' asla mümkün gözükmemektedir. Vahiye sâdık kalmaması yüzünden, her kalıba girebilecek tıynette gözüken Hırıstıyanlığı, Almanlar, kendilerinden önce veya sonra İtalyan, Ispanyol, Fransız, İngiliz, Leh, Rus, Rum, Ermeni, Kıptî, Habeş, Süryanî milletlerinin yapmış olduğu gibi, kendi millî özellikleri doğrultusunda tebdîl etmişlerdir. Filhakîka, bir tek Hırıstıyanlıktan bahsetmek zordur.[7] Bundan dolayıdır ki, belli başlı esâslı kültür çevrelerine göre biçim almış Hırıstıyanlıkları teker teker anmak zorundayız. Görünüşte ilahiyât anlaşmazlıklarından doğup neredeyse değişik dinler hâlini almış gözüken Hırıstıyan mezheplerinin esbâbımmûcibeleri, kendilerini biçimlemiş olan farklı millî kültür çevreleridir. İşte bu yüzden, İslâmın kişinin tersine, Hırıstıyan âlem, hiçbir zaman tam anlamıyla ümmetleşememiştir. Bunun sonucunda, milliyet, kendisini Hırıstıyan toplumlarında her vakit gizli yahut açık biçimde duyurmuştur.

İmdi, uzak geçmişin derinliklerinden bize doğru yürüyen bütün bu hususları dikkate almadıkca, ne dünü ne de bugünü doğru düzgün yargılayıp açıklayabiliriz.

Çöllerde yahut kutba yakın yörelerde yaşayanlar, geçimlerini fırtınalı sulardan sağlayanlar ile dağlılar, zorlu coğrafyaların insanıdırlar. Bunların ortak paydası, gerek teoride gerekse uygulamada icâda yatkın olmalarıdır. Ayrıca, atılgan ve etkindirler. Bireysel girişime yer ayırmakla birlikte dayanışmacı ve savaşkandırlar. Eril ve ataerkildirler. Dinî duyuşları ziyâdesiyle keskinleşmiştir. Sıkı sıkıya bağlandıkları inanç manzûmeleri, onları, bedîî melekelerini bileyerek sanatta üstün seviyelere ulaşmalarını sağladığı gibi, dirençli, dirâyetli, fakat aynı zamanda mutaassıp da kılmıştır. 'Armut piş ağzıma düş' çeşidinden bir yaşayışa cevâz veren rahat coğrafyaların insanında rast geldiğimiz hoşgörüyle, laçkalık ile aylaklığa varabilecek derecedeki keyifli ömür sürme keyfiyetiyle, az önce bahsettiklerimizde, tabîî ki, karşılaşmayız. Rahat onlara adetâ batar. Onun, kendilerini yozlaştırıp soysuzlaşmaya sürükleyeceğinden korkarlar. İşte bütün bu sebeplerden ötürü olsa gerek, tarihi ve dünyayı biçimlemiş yapılanmalar ile düzenlemelerin mimarı hep şu zorlu coğrafyaların insanı olmuştur.

İmdi, dindışı Yeniçağ Batı Avrupasında Onaltıncı yüzyıldan itibâren beşerî aklı esâs almış hâlde ortaya çıkan Maddeci-Mekanikci dünya tasavvurundan hız alarak vucut bulmuş Sermâyeciliğin de bozduğu mütedeyyin, dayanışmacı-toplumcu, azla yetinebilen, ekmeğini taştan çıkaracak kertede çalışkan, toprağına, ailesi ile topluluğuna bağlı, kadın ile erkeği keskin çizgilerle birbirlerinden ayırdeden, gurur, namus ile iffeti temel değer olarak benimseyen insan tipolojisi ile hayat anlayışıdır. Mütedeyyinliğe karşı her çeşit özlü bağlanmayı alaya alan, yere -yurda - topluluğa ilişkin olma duyuşuna karşı Cosmopolitismei geliştiren, dayanışmacılığa karşı bireyciliği ikâme eden, 'el emeği göz nuruyla' maişeti temîne karşı 'Alinin küllâhını Velîye giydirme bezirgânlığı'nı koyan, namus ile iffete karşı 'en üstün değer kârdır' kanâatini sokan, mücâdele irâdesine karşı pazarlık görüşünü getiren, geleneği muhâfaza etmeğe karşı sürekli değişmeyi kural kılan ve nihâyet hayatta temel mürâcaat mevkii olarak doğaüstü kutsal Kudrete beslenen inanca karşı beşerî aklı, daha doğrusu, zekâyı yerleştiren Mekanikci-Maddeci-dindışı-Sermâyeci düşünme tarzına karşı Organisist-Romantik-İdealist hayat ve dünya telâkkîsinin boy verip serpildiğini anlattık. Bu hayat ve dünya telâkkîsinin ideolojileşip siyâsîleşmiş vecheleri olarak Faşism ile ondan esâslı sûrette farklı bir düzen olmakla birlikte, Millî toplumculuğun karşımıza çıktığından da söz ettik. Şu hâlde, gerek Faşism gerekse Millî toplumculuk, Hür Sermâyeciliğe karşı tepki hareketleri olarak vucut bulmuşlardır. Ne var ki, Faşismden ziyâde, Millî toplumculuk kendisine karşı tepki şeklinde doğduğu Hür sermâyeci İngiliz- Yahudî anlayışının birtakım esâsa taalluk eden fikirlerini, üstünde pek düşünmeksizin, veri biçiminde algılayıp yöntemleştirmiştir. Bunların başında hür teşebbüs ile Charles Darwin'in evrim varsayımından çekip çıkarılmış doğal ayıklanma ile en uygun olanın yaşayakalması ilkeleridir. Böylelikle merkez karar mercii Farmasonluk olan Maddeci-Mekanikci-Sermâyeci İngiliz-Yahudîliğin telâkkîsine karşı çıkıp savaş vermekle kendini tarih önünde yükümlü kılan Millî toplumculuk, fikirce ve yöntemce hasmının tuzağına düşmesi yüzünden, daha baştan kendi hikmetisebebine[8] aykırı tarzda arzıendâm etmenin tragedyasını yaşar olmuştur. Temelden aykırılığı,[9] Millî toplumculuğu tümüyle aklaaykırı (irrationel) bir konuma sokmuştur. Aklaaykırı boyutlara sürüklenmiş Millî toplumculuk, schizophrenique bir kimlik çözülüşüyle insanda aklıselîme ilişkin ne varsa, onu topyekûn çiğnemiş, sonuçta, havsalaya ve hattâ hayâle sığmayacak derekedeki bir zulm ve vahşet makinesine dönüşmüştür. Bidâyette hak ile bâtıl davâlar arasında cereyân edecekmişcesine patlayan İkinci Dünya Savaşı (Eylül 1939 - Mayıs 1945), sonuçta, bâtılın bâtılla çatışmasına sahne olmuştur. Zafere ulaşan da, bâtıl taraflardan biri olmuştur: Sermâyeci İngiliz-Yahudî dünyası ile müttefiki Stalin Bolşevikliği. Aslında, ikinci, birincinin dimâğından çıkmakla birlikte, Bolşevik Sovyetlerin önderi kesilen Stalin, öngörülmedik bir hesâp hatâsı olarak Sermâyeci İngiliz-Yahudî dünyasının başını belli bir süre boyunca fenâ hâlde ağrıtacaktır. Ancak onun ölümünden otuz sekiz yıl sonra İngiliz-Yahudî Sermâye dünyası, kendine düzmece seçenek oluşturmak maksadıyla vucut vermiş olduğu Toplumculuk ile onun hemen hemen bütün dalları ile budaklarını tekrar denetim altına alabilmiştir.

Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.


[1] Her Alman vatandaşına, en az, 1800e değin geri götürülebilinecek şekilde, safkan Alman atalardan neşet ettiğini belgelemek zorunluluğunu getiren kanun, 15 eylül 1935de Nürnbergte çıkarılmıştır; bundan dolayı da bu ve benzerleri Nürnberg Kanunları diye anılmışlardır. Yahudîlerle evlenmiş Almanlar, bahsi geçen kanuna göre, ırk aybı (Alm Rassenschande) etmiş olmaları gerekcesiyle suçlu addolunmuşlardır. Yahudîler veya onlarla evlilik yoluyla karışmış Almanlar, ikinci sınıf Alman vatandaşı derekesine düşürülmüşlerdir —bkz: Wolfgang Benz &...: "dtv Enzy- klopadie des Nationalsozialismus", 620. s

[2] Alm "Nationalsozialistisches Bildungswesen".

[3] Alm die Philosophie des Blutes.

[4] Alm bloBe Begrifflichkeit eines letzten Seins.

[5] Erika Emmerich: "Die Philosophie des Blutes", 287. s, bkz: Pliakov&Joseph Wulf: "Das dritte Reich und seine Denker".

[6] Hırıstıyanlar ile Yahudîler arasında hüküm süregelmiş gerek öğreti gerekse yaşama düzlemindeki dur durak bilmez çekişmenin altında yatan temel neden, Millî toplumculuğa göre, özellikle Germenler, ama genelde Arîler ile Israilliler arasındaki kavmî uçurummuş. Bu aykırılığın başını, iki tarafın kişilik yapısındaki farklılık çekmekteymiş. Taraflardan birinin güvenilmezliğine âşîkâr delîli Hz İsâ'yı Çarmıha dek götüren ihânet, yânî gammazlama olayı teşkîl etmekteymiş. Hz İsâ'nın çarmıha gerdirilmesi, Hırıstıyanlığın indinde, yalnızca işlenebilecek değil, ama aynı zamanda düşünülebilecek en ağır cinâyettir. Çünkü ihânete uğrayan, Hz İsa'nın insan kisvesinde, düpedüz, Tanrının kendisidir.

[7] Hırıstıyanlıklar, birbirleriyle çelişen değişik öğretiler arasında cereyân etmiş münâkaşaların üzerin de inşâa olunmuşlardır. Yahudî öğreti örneğinin reddine dayalı özerklik ile özgünlük iddiası, had- dizâtında Hırıstıyanlığın ülküsü olmuştur. Bu yoldan yürüyerek, Hırıstıyanlık, Azîz Paulus önderliğinde kendini Yahudî aleyhdarlığıyla belirlemiştir. İşte bu bağlamda, Yahudîlikte keskin ve belirgin tektanrı ile vahiy fikirlerinden tutunuz da erkeğin sünnet olması, helâl yemekle beslenme zorunluluğu ve domuz etini tüketme yasağına varana dek ilahiyât ile muâmelâta taalluk eden bilcümle şart ile yaptırıma sırt çevirmek sûretiyle 'Azîz Paulus Hırıstıyanlığı' geniş bir yelpâze boyunca kendini farklı kılmağa çaba harcamıştır. Yahudîlik, Tektanrı ile Vahiy fikirlerinden inhirâf eden Hırıstıyan- lığa, kavmî mülâhazaların da eklenmesiyle, yeğin tepki gösterip onu kâfirlikle suçlamıştır. Hırıstı- yanlık da buna karşılık, kendi meşrûuluk iddiasını şiddetli bir Yahudîlik düşmanlığı noktainazarı üstüne binâ etmiştir. İkisi arasındaki tarihî hasımlık, şu hâlde, evvelemirde, ilahî-dinî telakkîlerdeki aşılmaz uçurumdan ve bilâhare kavmî mülâhazalardan kaynaklanmıştır.

Ne var ki, öğreti ayrılığı ve hattâ aykırılığı yalnızca Yahudîlik karşısında ortaya çıkmakla kalmayıp Hırıstıyanlığın bağrında dahî belirmiştir. Dinî boyutlara varan mezheb öğreti ayrılıkları, genelde, Hırıstıyanlığın, özeldeyse, Avrupanın tarihini kanla, ateşle, katliâmla dokumuştur. Ders kitaplarında bildirilenlerden çok daha karmaşık etkenler ile nedenlerle ortaya çıkmış olan Haçlı seferleri, esâs hedef Müslümanların yanında, Yahudîler ile hasım Hırıstıyan mezhebine karşı dahî tertiplenmiş görünüyor. Katolik ile Ortodoks mehepleri arasındaki karşıtlık, Istanbul (Konstantiniye) Patriği Azîz Büyük Photios'un (810 - 895), Romadaki Papa Azîz Büyük (I.) Nicholas (800 - 867) tarafından 857de afaros edilmesine değin gerisin geriye gider —bkz: J.C.J. Metford: "Dictionary of Christian Lore and Legend", 222. s;

ayrıca bkz: John R. Hinnels: "Who's Who of Religions", 326. s.

Bahse konu ayrılık, aykırılık, karşıtlık, karşımıza kana bulanmış bir tarih sürecini çıkarmaktadır:

  1. Ortodoks Bizans, Katolik Latin tabaasından çok kimseyi 1182de kılınçtan geçirmiştir;
  2. Katolikler de, bunun öcünü 1185de Selâniki zapdecince kadın erkek, çoluk çocuğu katletmek sûretiyle almışlardır;
  3. Ne var ki, katliâmların en fecîi olanı, Haçlılar, Istanbulu (Konstantiniye) 13 nisan 1204de ele geçirdiklerinde vukûu bulmuştur. Gece gündüz olmak üzre üç gün boyunca şehirde, insanlık tarihinde eşine ender rastlanır cinsten, tedhiş havası estirmişlerdir. Sarayları, kiliseler ile manastırları talan edip kutsal sayılan birçok eşyâyı İtalyaya taşımışlardır. 500 000e yakın nüfuslu Istanbulun ahâlîsinden kadın erkek, genç yaşlı, ruhbândan olan olmayan 2000 kişiyi katletmiş, Hırıstıyanlığın en görkemli ve kutsal mabetlerinden Ayasofyada kitleler hâlinde kız ile kadının ırzına geçmişlerdir. Hızlarını alamayıp bir fâhişeyi dahî Patriğin kürsüsüne oturtmuşlardır —bkz: "Byzantium", 32.,
  1. 225. ile 359. syflr;

ayrıca bkz: G. Ware: "The Orthodox Church", 69. s.

Fâcia öylesine muazzam, sonuçları o denli ağır olmuştur ki, Bizans, belini bundan böyle bir daha doğrultamamıştır. Hatırası, halkının maşerî hâfızasına silinmezcesine kazılmıştır; hem o kadar ki, Istanbul, Osmanlı Türk ordusu tarafından fethedilme aşamasındayken Bizanslı erkândan Lucas Notaras, "bu şehirde Latin serpuşunu (tiara) görmektense, Türk sarığının hâkimiyetine tanık olmak evlâdır" diyebilmiştir —bkz: "Byzantium", 324. s.

  1. Doğunun Ortodoksluğu ile Batı ve Orta Avrupa arasındaki çekişme ile çatışma Bizansla sona ermiş olmayıp Yirminci yüzyıla değin sürüp gelmiştir. Nitekim, arkaplanında Ortodoksluk bulunan Sovyet Rus ordusu 1944 güzünde Katolik ile Protestan Orta Avrupasının kapılarına dayandığında, zapdolunmuş Alman köylerinde, kasabaları ile şehirlerinde râhibe dâhil, milyonlarca kız ile kadının, ölesiye öldüresiye, ırzına geçilmesinin — gerek Alman gerekse Rus görgü tanıklarının anlattıklarına bakılırsa, yer yer, elliyi aşkın Rus askeri ile subayının, bir günde, sırayla, bir kadının ırzına geçtiği oluyormuş— yanısıra, talan edilip kirletilen kilise ile manastırın da haddi hesabı yoktur —bkz: Hans Dollinger: "The Decline and Fall of Nazi Germany and Imperial Japan", 107. s.
  2. Bahsi geçen savı belgeleyen, nihâyet, günümüzden de bir örnek: Papa II. Iohannes Paulus'un Mısıra son ziyâreti, Kıptî Ortodoks ile Roma Katolik Kiliseleri arasındaki zorlu ve karmaşık ilişkileri yeniden su yüzüne taşımıştır. Katolik Papanın Kahireye varışında kendisini, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübârek ile El-Ezherin Şeyhi İmâmıâzam Muhammet Seyit Tantavî gibi, ülkenin önde gelen zevâtı karşılarken, Kıptîlerin Papası III. Şenuda'nın ortalıkta gözükmeyişi dikkate şâyandır. Ne var ki, Papa Şenuda, havameydanına gelmemekle kalmamış, Katolik Papasının yönettiği Cuma âyîninden de uzak durmuştur. Papa Şenuda'nın, havameydanında hazır bulunmayışını, Kıptî Piskopos Anba Musâ şöyle gerekcelemiştir: "Papaların ziyâretleşişleri, dinî olaylardır. Havameydanla- rındaki karşılamalarsa, siyâsî çerçevede mütâlea olunur. Kıptî Kiliseninse, siyâsî kimliği yoktur..." Cuma âyînine gelince; gerek Anba Musâ gerekse başka Kıptî yetkililer, iki Kilise arasında ilahiyât (Fr christologique) esâslarına, muâmelâta, dünyagörüşüne, örfler ile âdetlere ve nihâyet kiliselerden hangisinin fâik olduğu münâkaşasına ilişkin uçurumun kapatılmamış olması yüzünden, iki papanın, aynı âyîni birlikte yönetemeyeceklerini bildirmişlerdir —özetleyerek aktardığımıza bkz: Mariz Tad- roz: "A Tale of Two Popes", 7. s, "Al-Ahram/ Weekly"den.
  3. İlahiyât esâslarının, muâmelâtın, dünyagörüşünün, örfler ile âdetlerin ve nihâyet Kiliselerden hangisinin fâik olduğu münâkaşasının oluşturduğu bir başka uçurum, Roma Katolik ile Germen Kuzey Avrupanın Protestan kiliseleri arasında da açılmış ve bunun dehşet verici sonuçları Yeniçağ Avrupa tarihini biçimlemiştir. Bahse konu çatışma ortamının iki önde gelen kanlı örneğinden biri, 1562den 1598e değin sürmüş Fransız Din Savaşlarıyken —ki, bunların da şâhikasını, Katoliklerin, 1572nin 23 ağustosunu 24üne bağlayan gecede sırf Pariste 3000 Protestan Huguenotunu kılınçtan geçirdikleri 'Azîz Bartolome Günü' katliâmı teşkil eder—, öbürü de, Katolikler ile Protestanlar arasında ve neredeyse bütün Avrupayı kaplayacak şekilde cereyân etmiş olan 1618 - 1648 Otuz Yıl Savaşlarıdır
  • bkz: "Oxford Dictionary of World History", 228., 550.&622. syflr.

[8] Fr raison d'etre.

[9] Fr paradoxe fondamental.

Ş. Teoman Duralı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN