Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Mart 19, 2018
Maddecilik - Mekanisism - II

ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDî MEDENİYETİNİN TEMEL DÜNYA TASAVVURU

-II-

Yasalılığın anahtar sorusu, "nasıl?"dır. "Il Saggiatore" başlıklı eserinde Galilei, bilimin, "duysal deneyler" (İ "sensate esperienze") ile "kesin tanıtlamalar"a ("certe dimostrazioni") dayandığını bildiriyor.[1] Bu "duysal —duyulara hitâb eden— deneyler", Aristoteles'in bilimindeki gibi, olayların çıplak gözlemi olmayıp tasarlanmış belirli bir reçete, yânî varsayım uyarınca imâl olunmuş malzemelerle —âlet— doğaya nufuz etmek anlamındadır.[2] Anlaşılacağı üzre, doğa zemini üstüne yeni bir doğa daha inşâa edilmeğe girişiliyor. Bundan böyle, karşı karşıya kaldığımız, 'kültürel doğa'dır. Gerek tasarlanmış reçete gerekse onun doğrultusunda kurgulanan gerçeklik kesiti, biçimselleştirilmiş aklın, mantığın en sağın ifâde aracıyla tesbît olunup dile getirilir olmuştur. Böylelikle doğa, insan karşısında bağımsız ve özerk olma konumunu yitirip onun hâkimiyetine girmenin yolunu tutmuştur. Bu durum, Galilei'den iki yüz yıl sonra yaşayacak ve İngiliz- Yahudî medeniyetinin baş felsefî belirleyicilerinden olacak Karl Heinrich Marx tarafından şöyle dile getirilmiştir: "İnsan, tabiatı değişikliğe uğratarak bilinçli amacını gerçekleştirip tabiat nesnelerini kendi ihtiyâçlarına uydurur..."[3] İnsan, şu hâlde ihtiyâçlarını kendi fizik-fizyolojik çerçevesinde karşılamaktan ibâret bir iş gören var olandır. Onun, böylelikle bundan ne ötesi, ne berisi var. Bahsi geçen yolun ilk ana merhâlesi olan Galilei, dünya ile doğayı biçimsel, yânî matematik dille tasvîr edip açıklama çabasındadır. Çerçeveye sığmayan, bu aşamada, bilime girmez: Maddeci-Mekanikci dünya tasavvuru. Ne var ki, Galilei, bu kadarıyla yetinmez. Bilimin sınırlarını zorlar, kültürün öteki bölmelerine dahî nufuz eder. Bilime giydirilen elbise —Maddeci-Mekanikci dünya tasavvuru, kültürün tamamına uygun görülmeğe başlanır: Positivcilik dünya görüşü. 1650'lerden itibâren karşımıza tam belirlenimiyle çıkacak bu dünya görüşü, Galilei'nin elinde avucunda henüz yoğrulma safhasındadır. Kiliseyle de çatışma yoluna girmesi işte bu yüzdendir. Vatikanın, felsefe-bilimde başgösteren temel belirlenim (Fr paradigme) devrimine pek bir diyeceği yoktu. Olaydı, nasıl olsa, Galilei'den önce Copernicus'u mahkûm ederdi. Ama iş, artık, dünya görüşünün, kutsallıktan yoksun kılınmasına gelip dayanınca, buna, tabîî ki, tahammül gösterilemezdi. Nitekim, öyle de olmuştur.

Önünde sonunda, sathî kültür felsefesi tarihcilerinin, yaklaşık beş yüz yıldır dillerinden düşürmedikleri, evrenin merkezinin, yeryüzünden alınıp güneşe tevdi olunması bağlamında Galilei'nin hüküm giymesi edebiyatı, yüzeyde kalan her şey gibi, gerçekliği derinlemesine yansıtmamaktadır. Nitekim fizik anlamdaki evrenin merkezinin güneş olduğu M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri Geç Eskiçağ'da, İslâm ile Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetlerinde önde gelen bilginlerin bildikleri bir husustur. M.Ö. Üçüncü yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan matematikci-gökbilimci Samoslu Aristarkhos, ay ile güneşin, yeryüzünden uzaklıkları üstüne yaptığı hesaplamaların ardından güneşin, sâbit yıldızlardan biri olduğunu tesbît etmiş, bir gezegen olan yeryüzünün de, onun etrâfında döndüğü sonucuna M.Ö. 270'lerde ulaşmıştır.[4] Aristarkhos'un hesaplama işlemlerini sürdürerek güneşin merkezde bulunduğunu, yeryüzününse, çevresinde dolandığını M.Ö. 190'larda tekrar ısbatlayan Mesopotamyada yaşamış Yunanlı gökbilimci SeloykeyaSeloykos'tur.[5]

Ptolemais'in (90 - 168) yeryüzü merkezli evren tasavvurunun, Galilei'ye değin öncelikle Ortaçağ Katolik âleminde rağbet bulmasının ardında manevî-ruhânî esâslı ahlâkî-bedîî gerekceler yatmaktadır. Bütün bu gerekcelerin de aslını esâsını, Aristoteles'in, mütedeyyin-müeddeb insanın dünyasını tayîn eden şu tarihî ifâdesinde bulabiliriz: "... Her şeyin yaradanı, her şeyin en güzeli olan Ahenk (he harmonia), evrenin esenliğidir. Bundan daha iyi ne olabilir? Tasavvur edilebilinecek her şey Âhengin parçasıdır. Güzel olan, adını düzgünlükten alır(5). Bir şey, Evren düzenine, yânî Düzgünlüğe (Y Kosmos) uygunluğu ölçüsünde düzgün diye nitelendirilebilir. Çağlar çağı zamanın en şaşmaz ölçülerine uygun tarzda durmadan hareket hâlindeki göklerin düzenlenişiyle, yıldızların, güneş ile ayın yer değiştirmeleriyle ne karşılaştırılabilinir(10)? Sırasıyla yaz ile kışı meydana getiren, ay ile yılın sayılarını belirleyen mevsimlerin gösterdikleri istikrârın ve nihâyet tüm olup bitenlerin harika Yaratıcısının eşi menendi bulunabilir mi? Yeryüzü, dünyaların en görkemlisi, en parlağıdır; harekette en tez olandır; güçce de hiçbir vakit tükenmeyen varlıktır...(15)" —V/397a.

"Şimdiyse, dünyayı, yeryüzünü birarada tutan güç nedir, bir de buna kısaca göz atalım. Zirâ, ayrıntılı olmasa dahî, dünyayı tasvîr ederken, onun en üst merciini unutmak, esâsı gözden kaçırmak olur(10). Her şeyin Tanrıdan geldiği, Onun, her şeyi bizim için yaratmış olduğu, esirgeyiciliğinden yoksun kalanın ayakta duramayacağı düşüncesi, insanlığın en eski geleneklerindendir. Nitekim bu, geçmiş çağlarda kimilerini dünyanın tanrılarla dolup taştığı inancına sevk etmiştir. Bunlar, her ân, her yerde tanrıları gördüğümüzü, işitip duyumladığımızı ileri sürmüşlerdir. Ancak onlar, Tanrının Kendisi ile Onun görünüre çıkan vasıfları ile kudretlerini karıştırmışlardır..."(15) —VI/397b.[6]

Aristoteles'in arkasında yahut evveliyatında, gerek Müslüman gerekse Hırıstıyan Hikmetlerinin, kendilerine Eflâtun el-İlahî unvânıyla baş tâcı kıldıkları Eflâtun (Platon, 428 - 347), yaklaşık Galilei'ye değin, müteâkıp Batı medeniyetlerinin temel belirlenimi olarak geçerakçeliğini sürdürecek olan şu düstûru ortaya koymuştur: "... Evrene ilişkin olarak da, başlangıcı var mıdır, varsa, nerededir(28b), yoksa, oldum olası mı var olmuştur, diye sorulmalıdır. Böyle bir sorunun cevabı, evet, başlangıcı vardır; evren, meydana gelmiştir şeklinde olmalıdır. Nitekim evren, tutulur, görülür cinstendir; böylelikle de duyular aracılığıyla algılanabilinir... Duyumlanabilirlikler, sanıya (Y doksa) ve duyumlamaya (he aisthesis) konu olduklarından, doğarlar, bozulup değişirler. Oluşan yahut değişen bir şeye yol açan belirli bir nedenin (28c) bulunması gerektiğine de evvelce işâret etmiştik. Bu evrenin Yaradanı (hö Poietes) ile Atasını (hö Pater) bulmak gerçekten de olağanüstü bir başarıdır. Bu keşfi kamuya (panta) anlaşılır kılmağa kalkmak ise beyhûdedir...[7]

...Bu evren güzelse (29a), onun Ustası (hö Demiourgos) dahî, iyiyse, Ustanın, ebedî olan düzeni kendisine örnek alması da doğaldır. Tersi olursa, Usta, oluşmaya dayalı bir örnek üstünde durması gerekir ki, böyle bir şeyi düşünmek dahî küfürdür. Onun ebedî düzeni seçmiş olması, sözü bile edilmeyecek kadar açık bir hakîkattır. Bu evren nitekim, var olabileceklerin en güzelidir; onu Yaradan ise, nedenlerin en ergini, mükemmelidir(29b)..."[8]

Hocasının yukarıda zikrolunmuş kanâatını Aristoteles, şöyle sürdürüp geliştiriyor:

"İşte, yer ile göğün bağlandıkları ilke budur. O, bizim ancak pek kısa süre boyunca yaşayabileceğimiz hayatın(15) en yüce mertebesindedir (Y diagöge)[9]. Bizim için imkânsız olan böyle bir hayatın O, ezelden ebede mâlikidir. Onun sevinci, ediminin, amelinin ta kendisidir. Bizim en büyük sevinçlerimizse, uyanıklık, ayıklık hâlleri ile duyumlama, düşünme edimleridir. Umutlanmak ile hatırlamak ise, bu edimler aracılığıyla meydana gelirler... Dirilik dahî Tanrıya hastır... Anlamak ise, yaşamaktır. Tanrı, nitekim, bu fiilin, edimin ta kendisidir. Kendinde cevher demek olan bu edim, Onun eksiksiz gediksiz, öncesiz sonrasız hayatıdır.

Sözün kısası, son, sınır, had ile hudut tanımayan, eksiği gediği bulunmayan Biricik En Mükemmel Canlı (Y zoon aidion ariston), Tanrıdır. Dur durak bilmez, sonsuz sınırsız hayat Ondadır. O, hayatın ta kendisidir..."(1072b).[10]

Yaşama düzleminde, Tanrısal-kutsal değerler, tedricen gündemin arkalarına kayar olmuştur. İlkin, yeryüzü ile doğasının tanrısal-kutsal büyüsü bozulmağa yüz tutmuştur. Epeyi sonraları da insanın tanrısal-kutsallığı bozulmuştur —On dokuzuncu yüzyılda. Bu gidişin baş belirleyicisi, ilahîyâttan iktisâda yönelik dönüşümdür. En önce yansıdığı tableau ise, felsefe-bilimdir. On altıncı yüzyılın ikinci yarısına değin, daha önce Ortega y Gassetten de alıntıladığımız üzre, ilahîyâttan kopmuş bir felsefe-bilim düşünülemezdi. Kutsallıktan soyutlanmış çıplak fizik olay da bu bağlamda algılanamazdı. Gerçi güneşin, evrene merkez olması, bir 'derkenâr bilgi'[11] şeklinde bilginlerin bilgi dağarında duruyordu. İşte, yine, başta, Papa VIII. Urbanus (Maffeo Barberini, 1568 - 1644) olmak üzre, 1616'dan itibâren Galileo Galilei'yi sorgulayan, bilâhare de yargılayan din adamlarının çoğu, güneşin, gökbilim çerçevesinde, merkez olduğunu biliyordu. Bunu da sorgulamalar ile duruşmaların safahâtından anlıyoruz. Güneşin, merkez oluşu, önünde sonunda bir fizik olayıydı. İş, yeryüzüne gelip çatınca, durum değişti. Onun konumu farklıydı. Allah, Kendi Sûretine uygun şekilde Kendine halîfe kılmak amacıyla yarattığı insanın arzıendâm eylediği mekân madem yeryüzüydü, öyleyse, oranın, maneviyâtca, mümtâz bir mevki işğâl etmesi şarttır. Nihâyet, bu kanâatler, davâ boyunca defalarca dile getirilmiş olduğundan da haberliyiz.[12]

Burada çığır açıcı husus, maddî-dünyevî olanın, ilahî-ruhânî-kudsîliğin önüne geçmesi, öyle ki ikincinin, yukarıda da belirtildiği üzre, zamanla toptan gündemden düşmesidir. Yeniçağ dindışı dediğimizde, Güney ile Batı Avrupada kişilerin çoğunun, bir günden öbürüne Tanrıyı, Kiliseyi, Kitabı terk edip dinden imândan koptuklarını söylemek istemiyoruz. Hattâ çoğunluk, tanrı inancından tavîz vermemiştir. Ama kurumsal anlamda dinden git gide uzaklaşıldığı görülüyor. Din, hayatın âmir mercii olma özelliğini yitirmiştir. Nihâyet bu durum, Alman din bilgini ve filosofu Martin Luther'in (1483 - 1546), Papa iktidarına karşı bayrak açmasından, yânî Katolikliğin aleyhine Protestanlığın Kuzey Avrupada yaygınlaşmasından sonra kesîfleşmiştir.

Tanrının sesini sözünü benime iletmekle, ulaştırmakla görevli 'akıl', Ondan bağımsızlığını ilân ederek dini âmir mevkiinden uzaklaştırıp kendisi oraya kurulmuştur.

Şimdi, değişen, temel belirlenimdir. Bir merkezî imân manzûmesi, toplumun doğal dokusu olma vasfını artık kaybeder olmuştur. Gidişi başlatanlardan biri Galileo Galilei ise, öbürüsü ve ilk anılandan daha köklü tavır almış, 1593'te hüküm giyip sonunda da yakılarak idâm edilmiş olan Giordano Bruno'dur (1548-1600). Galilei gibi, Bruno da, "doğanın, aklın koyduğu kurallar ile ilkelerin ışığında yargılanması; buna karşılık, hakîkatın da, imâna ilişkin kanun çerçevesinde mütâlea edilmesi gerektiğini savunmuştur. Peki, burada, sorun nerededir? Sıradüzeninin şaşırılmış olmasındadır. Ruhbânın reddettiği husus nedir? İmânın, aklın arkasına yahut altına düşmesi, kısacası birinci sırayı yitirmesidir. Birden fazla kutsallığı bulunabilecek dünyaların icâdı ile aklın, gidip de mucîzenin yerini almasına karşı çıkılmaktadır..."[13] Bruno da Galilei de, istisnâsız tekmil var olanların, daha fazla bölünemeyen en ilk maddî birimlerin, demek ki Eskiçağ Ege felsefe-biliminden tanıdığımız bir terimle, atomların terkîbinden oluştuklarını öne sürmek sûretiyle, Hz İsâ'nın, insanların ilk aslî günâhlarını üstlenmek uğruna çarmıhta çile çekerek vefât etmesinin ardından etinin, hamura, kanınınsa, kırmızı şaraba dönüşmesi mucîzesine inanan Kilisenin dogmasına esâstan meydan okumuş oldular. Bu da, artık her nevi tahammül edilebilirliğin fevkında addolunmuştur.

Aslında Kilisenin, ruhbân-olmayan çevreyle mücâdelesi, ilk defa Onaltıncı yüzyılda karşımıza çıkmıyor. Hırıstıyanlığın zuhurundan beri sürüp gelen bir olaydır. Filhakîka, dinlilik ile dindışı, Hırıstıyanlığın tabiatındandır; nitekim: "... öyleyse, Caesar'ın işlerini Caesar'a Tanrınınkileriniyse, Tanrıya; havâle et, dedi..."[14]

Meşrûuluk kaynağını Hz İsâ ile Havârîleri aracılığıyla Tanrıdan alan Papa öncülüğündeki Ruhbân zümresi, mukaddesâttan sorumluyken, dünya işlerineyse, ilahî-ruhânî meşrûuluk dayanağı bulunmayan Ruhbân-olmayanlar bakardı. Uygulama genelde böyle olmakla birlikte, bu iki karşıt zümrenin, Ortaçağ boyunca birbirlerinin alanlarına tecâvüz ettikleri de bir vakıadır. Bahsi geçen sınır tecâvüzlerinden farklı iktidar türleri doğmuştur. Nitekim, Ruhbânın siyâsî iktidarına Dincilik yahut din devleti (Y Theokratia) denmiş; Ruhbân-olmayanlarınkiyse, laiklik yahut laik devlet[15] şeklinde adlandırılmıştır.

Haddizâtında, Ruhbân - Ruhbân-olmayan ikilikliği, Hırıstıyanlığa mahsûs değil. Tarih boyunca, Müslümanlığın dışında, neredeyse istisnâsız, bütün inanç düzenlerinde karşılaştığımız bir başat özelliktir. Ne var ki Hırıstıyanlığın, özellikle de Katolikliğin dışında, öteki inanç düzenlerinde, Mısırda Firavun, Hindulukta Brahman örneklerinde gördüğümüz Ruhbân, aynı zamanda siyâsî iktidar sâhibi yahut başat ortağıdır. Başka bir anlatışla, siyâsî kadrolarda Ruhbân-olmayanlardan da bulunabilmekle birlikte, onlar, en üst mertebeleri tutamazlar. Şu durumda, Eskiçağ Atinası ile müttefikleri ve birkaç başka cüzî istisnâ dışında, din devleti, hemen hemen bütün kültürler ile medeniyetlerde genel geçer vaka olarak görülebilinir. Bunun yaygınca yer almadığı tek medeniyetse, İslâmınkidir. Bundan dolayı da, İslâmın söz dağarında Clericus ile Laicus terimlerinin doğrudan mütekâbilini bulamıyoruz; Türkçede ancak eğretileme yoluyla karşılık yakıştırıyoruz.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.)


[1] Bkz: Galileo Galilei: "Le Opere", V. cilt.

[2] Bkz: E. Dijksterhuis: "De Mechanisering van het Wereldbeeld", 368.-404. syflr.

[3] M. Rosenthal& P. Yudin: "Materyalist Felsefe Sözlüğü", 132. s.

[4] Bkz: Richard Goulet: "Aristarque de Samos", "Dictionnaire des Philosophes Antiques"de, I. cilt,

356.&357. syflr.

[5] Bkz: "Lexikon der alten Welt", II. cilt, 2763. s;

ayrıca bkz: Alexander Hellemanse&Bryan Bunch: "The Timetables of Science", 38.&40. syflr.

[6] "Dünyaya Dair" —büyük harfli, eğri yazışlar tarafımızdandır.

Güneşmerkezci - Yeryüzümerkezci tartışmaları konusuçin bkz: Teoman Duralı: "Aristoteleste Bilim ve Canlılar Sorunu", 184-187. syflr.

[7] Y adünaton legenin: Anlatmak imkânsızdır.

[8] "Timaios".

[9] Diagoge, güzelliğin temâşası, uygulamaya yönelmişliğin sonu, hayatın en yüce ülküsüdür.

[10] "Metafizik"

[11] Fr connaissance marginale.

[12] Bkz: Dava Sobel: "Galileo's Daughter: A Historical Memoir of Science, Faith and Love", 432. s.

[13] Victor Gomez Pin: "Recuerdo de Giordano Bruno", "Babelia"da, 13. s.

[14] Kitabımukaddes: Ahdicedîd: Resullerin İşleri, 221;

ayrıca bkz: Martin H. Manser: "The Wordsworth Dictionary of Bible Quotations", 128. s, satır: 155/38.

Caesar'ın Latince aslında okunuşu, 'Kaysar'; Fransızcadan ıktibâs olunmuş Türkcedeki söylenişiyse, 'Sezar'dır.

M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri ünlenmiş olan ve Romanın önde gelen ailelerinden Caesarlann tarihe mâlolmuş ferdi, Caius Iulius'tur. Bu büyük asker, devletadamı ve yazarın soyadı, sonraları, Roma imparatorları tarafından ünvân olarak benimsenmiştir. Nitekim, Havârîlerden Luka'ya göre (2/1), Hz İsâ (M.Ö.6 - M.S.30), dünyaya teşrîf buyurduğunda, tahtta oturan imparator, Augustus Caesar (Gaius Octavianus, M.Ö. 63 - M.S. 14) idi. Caesar, Ahdicedîdde, eğretileme yoluyla, 'dünyevî hükümdar' (Luka, 20/22-25) ve hattâ 'devlet' (Luka, 20/25, Matta, 22/17&21, Markos, 12&14/16&17) anlamlarına dahî gelmektedir —bkz: J.D. Douglas&Merrill C. Tenney: "NIVCompactDictionary of the Bible", 100. s.

[15] Fr Laıcisme——L Laicus——Y laikos——laos: Halkın, halktan.

Ş. Teoman Duralı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN