Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Mart 22, 2018
27 Mayıs’ta ordu, rayından çıkmış bir lokomotif gibiydi…

(Son yazıda 27 Mayıs Askerî Darbesi'ne geliş günlerinde kendi yaşadıklarımdan, hatıralarımdan bazı kesitleri sunmaya çalışmıştım. Devam edelim…)

27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'ne gelişi hazırlayan birçok sebepler zikredilebilir, elbette… Bunlar üzerine on yıllar boyu yazılıp çizildi. Ancak, hele de ilk 10 yıl boyunca yazılıp çizilenlerin sadece hınç, nefret, düşmanlık duygularıyla yapılan karalamalar içinde geçtiği ve ayrıca İhtilal'den sonra çıkarılan ve '38 Sayılı Tedbirler Kanunu' diye anılan bir kanunî düzenlemeyle, 'sâkıt iktidarın, -ya da daha sonra geliştirilen deyimle- 'düşükler'in hakkında övücü söz söyleyen veya yazı yazanların 3 yıldan başlamak üzere hapis cezasıyla cezalandırılacağına dair hükümler, o dönemde nelerin yazılmış olabileceğine bir işaret olabilir. Yani, bir taraf alabildiğince suçlayabilir ve yapılan darbeyi sevinç gösterileriyle sahiplenirken, büyük kitleler suskun, sinmiş vaziyetteydi ve Adnan Menderes tarafdarı olmak âdeta en büyük suç olarak görülmeye başlanmıştı. Gazeteler yalan yazabilmek için bütün hayal güçlerini harekete geçirmiş yalancıların eline daha bir düşmüştü.

Hattâ o kadar ki, bizim arkadaşlarımızdan birisinin de cesedi de doğranarak asfalta karıştırılmıştı, iddiaya göre. Gazeteler onun adını da yazmıştı. Yaz tatili sona erip tekrar Ankara'ya geldiğimizde o arkadaşımızı karşımızda görmek, bizim için tadlı bir sürprizdi.

Adnan Menderes dönemindeki uygulamalar, iç hukuk açısından, millet iradesinin temsil mekânı olan Meclis'in kabul ettiği kanunlara göre sosyo-politik sahneye getiriliyordu. Yani, Anayasaya uygunluk diye bir kavram da yoktu. Çünkü hâkimiyet, kayıtsız-şartsız, milletindi ve milletin temsilcilerinin iradesi de, milletin iradesine aykırı olamazdı. O halde bir kanunsuzluk söz konusu değildi... Nitekim, çok sonraları, İsmet Paşa, o dönemi anlatırken, 'N'apalım, o zamanki anayasada kontrol mekanizmaları getirilmemişti. Kabak, Demokrat Parti'nin başında patladı...' diyecekti.

Kontrol mekanizmaları denilenler ise, daha sonra hazırlanan anayasada, 'millet bu egemenlik hakkını yetkili kurumlar aracılığıyla kullanılır…' diye ayrıca gösterilmiş ve millet iradesi, '7 Kocalı Hürmüz'e dönmüştü. Çünkü Üniversiteler, Mahkemeler, Millî Güvenlik Kurulu, vs. egemenliği millet adına kullanmakta yetkili kurumlar olarak belirlenmişti.

*

Bütün ihtilaller, darbeler zaten kurulu düzenin emrindeki silahlı güçlerin raydan çıkmış bir lokomotife dönüştürdüğünü görmek gerekir, ama 27 Mayıs'ta bu daha da beter şekliyle böyleydi. Çünkü sonraki askerî müdahaleler en azından, şeklen ve zâhiren emir-komuta zinciri içinde, kendi iç disiplinini koruyarak yapılmıştı. 27 Mayıs'ta ise, 38 kişiden oluşan Millî Birlik Komitesinde üç general vardı, gerisi albay, yarbay, binbaşı ve üç tane de yüzbaşı... Ki, bunlar 27-28 yaşlarındaydı, Muzaffer Özdağ, Numan Esin, Ahmet Er…

Türkiye'nin nüfusu 27 milyon kadardı… 27 milyonun kaderi, 27 yaşındaki darbeci subayların elindeydi. Ve onlar hükûmet etme / İcra gücünü temsil ettiklerinden, kocaman generaller, bu yüzbaşıların karşısında selâm duruyorlar, onlardan emir alıyorlardı. Ordu'nun en önemli özelliği olan disiplin ve 'emir-komuta zinciri' bozulmuştu. Bir örnek olarak, Kara Kuvvetleri Komutanı olan bir orgeneral 'in bile, bir yüzbaşı karşısında selâm durduğu ve ona tekmil verdiği gibi tuhaf bir tablo yaşanıyordu.

Bu durumu, hattâ sonraları Muzaffer Özdağ da dile getirmiş ve kendisi önde, KKK olan bir orgeneral arkasında yürürken, o generalin, 'Bir orgenerali, bir yüzbaşı karşısında, bir orta mektep müdürünün yanındaki öğrenci durumuna düşürdünüz...' diye söylendiğini ve sonra da odasında apoletlerini söküp atarak istifa ettiğini anlatmıştı...

O darbe teşebbüsüne katılmayacak olursa, darbecilerce tutuklanacağını anlayıp hemen onların safına geçen İstanbul I. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı olan Fahri Özdilek de, yıllar sonra, 'Yaptık bir çocukluk...' demişti.

*

Meğer içimizde ne çok 'gücetapar'lar varmış…

İhtilalin çirkin yüzüyle çok genç yaşta tanışmıştım.

Aman Allah'ım, ne yalanlar, ne korkunç iddialar ve 'öyle imiş, böyle imiş' gibi zehirli fısıltı ve iddiaların her birisini her tarafta duymak mümkündü, ayrıca gazeteler de yazıyorlardı… Yeter ki 'Düşükler'in aleyhinde olsundu... Sonradan her birisi özgürlükçü kesilen, başta Aziz Nesin, İlhan Selçuk, Çetin Altan ve (İsmet Paşa'nın damadı) Metin Toker ve benzerlerinin öncülük yaptığı bir gazeteciler grubunun yayınları sadece 'utanç verici, ahlâksızlık' kelimeleriyle anlatılamayacak derecedeydi.

O sırada bir de kitap yayınlanmıştı... Yazarı, Adnan Menderes'in yeğeni imiş, güya… Menderes ve Bakan'larla birlikte çekilmiş bir fotoğrafı vardı kapakta... Ve altında da, 'Sâkıtları doğru yola getirmek için aralarındaydım...' gibi bir cümle vardı. Bu da, böyle bir iktidar değişiminin sonunda hangi boyutlara vardığını göstermek açısından bir zehirli örnek... Başbakan'ın yanında bir fotoğraf çektirebilmek için çırpınan bir yeğen, şimdi, dayısı olan Başbakan'ı 'doğru yola getirmek için onların aralarında olduğunu' yazabiliyordu.

'Sâkıt C. Başkanı Celâl Bayar'ın İsviçre bankalarında 103 milyon lirasının olduğu' bile yazılıyordu, gazetelerde…

*

İhtilâl yapıldıktan sonra, sadece 'sâkıt'lar değildi, ezilenler… 16 Haziran 1960 gecesi, 236'sı general olmak üzere, 8 bin subay bir gecede ordudan atılmışlardı. Bunlar İhtilale karşı çıkması muhtemel subaylardı… Ama daha doğrusu, ordu içindeki kemalist-darbeci subaylar damarı, kendileri gibi düşünmeyenleri veya kendileri kadar atak olmayanları saf dışı ediyorlardı. Bu damardan olan subaylar, daha sonra da her 10 yılda bir nice darbelerle, 'ülkeyi kurtarmak ve kardeşliği tesis etmek' adına, kendi ilkelerini topluma bir 'deli gömleği' gibi giydirmek yolu açılmıştı ve sonraki bütün darbeci subaylar, 27 Mayıs 1960 İhtilali'nden sonra orduda yapılan 'temizlik'ten geriye kalan ve temiz sanılanlar idi... Atılanlara ise, Amerika'dan alınan kredilerle, sus payı verilmişti.

O subaylar yıllarca 'EMİNSU' (Emekli İnkılab Subayları) adı verilen bir dernekle haklarını mahkemelerden almaya çalışmışlardı, ama bu, boş bir çabaydı. Sonra sönüp gittiler…

EMİNSU'lar şoku yaşanırken, gelen ikinci bir şok dalgası da üniversitelere çarpmıştı. Üniversitelerdeki 1402 öğretim üyesi bir gecede üniversitelerden atılmışlardı. (Ülkede kaç tane üniversite vardı ki? İstanbul, Ankara, İzmir, Erzurum ve Trabzon'daki 5 üniversite, bir de İstanbul'da Teknik Üniversite, Ankarada'da Hacettepe Üniversitesi…) Bu da, kemalist-laik çizgiye tam ayarlı yeni bir üniversite nesli oluşturmak içindi… Ve 1933'de Dâr-ul'Funûn'dan üniversiteye geçerken yapılandan sonra ilk kez bu çapta büyük bir 'temizlik' yapılıyordu, resmî ideoloji kirlenmesinin tamamlanması içindi.. (Bu vesileyle hatırlatalım, '1402 Temizliği'nde üniversiteden uzaklaştırılanlardan birisi de, daha sonra Almanya'ya giden ve orada dünya çapında bir ilim adamı olarak ün yapan Prof. Fuad Sezgin idi. Fuad hoca, o şerr'den bir hayr çıkacağının inancıyla çalışmış ilginç bir örnektir. Hakk şerleri hayreyler/ zannetmek ki gayr'eyler…/Ârif ânı seyreyler /Mevlâ görelim neyler /N'eylerse güzel eyler…)

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN