Arama

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay
Mart 19, 2018
Tecdîd, reform değildir!

Değerli okuyucum.

Bundan 103 yıl önce; 18 Mart 1915 tarihinde, tam 14 ay 14 gün süren Çanakkale savaşlarında, her türlü yokluk ve imkânsızlıklar içindeki ordumuza, Allah Teâlâ nusret ve zafer bahş etmiş ve o gün, şanlı tarihimize "Çanakkale Zaferi" olarak geçmişti… Dün de yine bir 18 Mart gününde, Ümmet-i Muhammed'in ümit ışığı, gözbebeğimiz şanlı ordumuza Allah Teâlâ bir kez daha zaferi lûtf ederek, Afrin semâlarında, tekbirler eşliğinde bayrağımızı dalgalandırmayı nasib eyledi. Binlerce hamd ve senâlar olsun…

Bu vesileyle, Çanakkale savaşlarında al kanlarını, tatlı canlarını veren bütün şehitlerimiz ve ahiret yurduna göçen bütün gazilerimiz başta olmak üzere; Çanakkale'den Afrin'e gelinceye dek bu vatan için, bayrak için ve bütün mukaddes değerlerimiz için canını vererek şehadet mertebesine yükselen bütün şehitlerimize gani gani rahmet; yakınlarına sabr-ı cemîl; yaralı her bir evladımıza şifâlar diliyorum.

Kıymetli okuyucum.

Geçen yazımızda tecdîd, ihyâ, içtihad ve reform üzerine bazı tespitler yaparak İslam'ın bir "güncellenme" sorunu olmadığını, onun kıyamete kadar bâki bir din olarak değişmez "sabiteler"e sahip olduğunu, ama biz insanların, zamanın getirdiği birtakım hadisler karşısında düşünce ve görüşlerinde, anlayış ve davranışlarında bazı "güncelleme"ler yapmasının, mümkün/muhtemel/zorunlu olduğundan söz etmiştik. Bugünkü yazımızda tecdîd konusu üzerine eğilmek istiyoruz.

TECDÎD NE DEMEK?

Kelime anlamı, "yenilemek", "tazelemek" anlamına gelen tecdîd, "bir işi ya da bir şeyi ciddiyetle ve bir yöntemle yeniden ve aslına uygun biçimde yenileme" faaliyetini ifade eder. Tecdîd, bir anlamda "zaman içinde zayıflayan dinle irtibatın yeniden güçlendirilmesidir." Ancak tecdîd; "tağyir ve tebdil" değildir. Zira bu iki kavram, değiştirmeyi ve dönüştürmeyi ifade eder. Oysa tecdîd, hiçbir zaman "dinde değişiklik yapılarak bazı unsurların çıkarılıp yeni bazı unsurların eklenmesi şeklinde dinin yeniden tanımlanması" anlamına gelmemektedir. Elhâsıl tecdîd, "reform" değildir!

Peki, kıyamete kadar bâki bu yüce dinde tecdîd kavramı neden ortaya çıkmıştır? Tecdîde neden ihtiyaç vardır/ihtiyaç duyulacaktır? Konuyu açıklayabilmek adına Asr-ı Saadet'te yaşanan bir olayı aktarmak istiyorum. Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz ile sahâbîler arasında şöyle bir diyalog geçmiştir:

-İmanlarınızı yenileyiniz. Ashab-ı Kiram sordular:

-İmanlar eskir mi Yâ Resulallah?

-Evet. Elbiselerin eskidiği gibi imanlar da eskir.

-Onu neyle yenileyelim Yâ Resulallah?

-Kelime-i Tevhîd ile yenileyin… (el-Hâkim, el-Müstedrek, IV,285)

Bu diyalog, eskimenin tabii bir şey; ve çaresinin de yenileme olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Velev ki, maneviyat alanında; iman hususunda olsa bile…

Bu diyalogdan anlaşılan, bir müminin, zaman zaman kelime-i tevhidi okuyarak tecdîd işlemini gerçekleştirmesi, böylece imanını yenilemesi/tazelemesi istenmektedir. Camilerde Perşembe akşamları, yatsı namazı sonrasında imamın mihrapta iken, "tecdîd-i iman" duasını okuyup topluca cemaate de okutması, biraz önceki hadis-i şerifle bağlantısı bulunan güzel bir âdetimizdir. Zira bu uygulama ile kişi, "Allah'ım! Ben, "Lâ ilahe illallah. Muhammedun Resûlullah" diyerek imanımı/inancımı tazelemek/yenilemek istiyorum" demekte ve bu şekilde diliyle ikrar ettiği inancını adetâ kendisine bir kez daha telkin etmektedir. Bu ise psikolojik anlamda tam bir yenilenme ve tazelenme işlemidir.

Öte yandan tecdidin bir de toplumu ilgilendiren tarafı vardır. Burada ise onun, "toplumu yenilemesi, düşünceleri yeniden ele alarak, dine sonradan eklenen bid'at ve hurafelerden dini arındırması, unutulan bilgileri meydana çıkarması, böylece dini temizleyip tazelemesi" söz konusudur.

İşte bu faaliyetlerde bulunan kişi/kişilere ise "müceddid" denilmektedir. Bir hadis-i şerif'te, Ümmet-i Muhammed'in içinden, bu görevle görevlendirilecek birtakım kimselerin varlığından söz edilmesi de dikkat çekicidir. Ebû Davud, es-Sünen isimli eserinde Peygamberimizin (sav) şöyle buyurduğunu aktarmaktadır:

"Allah, her yüzyılın başında bu ümmete, dinlerini yenileyecek birini gönderir." (Melâhim, 1)

Bu hadis, "müceddid" vasfına sahip kişi/kişilerin, Müslümanların dinle olan irtibatlarında yaşadıkları zayıflamayı ortadan kaldıran ve onları yeniden sağlam bir inançla buluşturan kişi/kişiler olduğuna dikkat çekmektedir. Nitekim İslam dünyasında, yaşanan tarihi süreç içinde, topluma yön veren onları olumlu manada etkileyen ve bu yüce dinin güzellikleriyle tanıştıran bazı İslam âlimleri "müceddid" olarak kabul edilmiş ve anılmıştır.

Buraya kadar aktardıklarımız neticesinde, diyebiliriz ki, tecdîd; Allah Teâlâ'nın koruması altında bulunan Kur'an-ı Kerim ve bu ilahî vahyin Hz. Peygamber (sav) tarafından pratik hayata aktarılan şekli olan Sünnet-i Seniyye'yi, insanlara yeni bir aşk ve heyecan; zamanın getirdiği ortamın özelliklerine uygun yeni usul ve metodlarla anlatmak, toplumu bu yüce dinin kıyamete kadar bâki sabiteleri doğrultusunda doğru ve yeterli bir şekilde bilgilendirmektir. Daha önce söylediğimiz üzere, bir kez daha vurgulayalım ki, İslam'ın "güncellenme" diye bir sorunu yoktur. İslam'ın, elinde her zaman ve zeminde onu insanlara anlatabilme, temel değerleriyle tüm insanlığa hitab edebilme imkânı sağlayan tecdîd gibi bir imkânı vardır. Asıl problem, bireysel olarak tecdîd ile mükellef olduğumuzu idrakten ve müceddidler yetiştirecek bir anlayış ve çabadan mahrum oluşumuzdur.

Yazımıza son vermeden önce, geçtiğimiz hafta Ankara'da gerçekleştirilen 34. İl Müftüleri toplantısında alınan kararlardan birini –konumuzla bağlantısı olması bakımından- aktarmak istiyorum:

"2.Yeryüzünü İslam'ın barış ve adalet mesajıyla tanıştırma mükellefiyeti taşıyan Müslümanların, öncelikle iç meselelerini çözerek vahdeti sağlamaları gerekmektedir. Bugün Müslümanların en temel sorunu parçalanmışlıktır. Coğrafi parçalanmışlığın beraberinde getirdiği zihinsel dağınıklığın neticesinde, gücünü ve imkânlarını yeterince kullanamayan İslam dünyası, emperyalist müdahalelere ve meydan okumalara, karşı koyamamaktadır.

Müslümanlar, yaşadıkları coğrafyalardaki sorunları, önyargısız bir yaklaşımla, ötelemeden, gerçekçi, derinlikli, yapıcı ve ikna edici bir yöntemle, bütüncül bir bakış açısıyla ele alarak hep birlikle daha iyi bir geleceği inşa etmek zorundadır. İslam, hakikatin kendisidir; bütün alt yorumların üstündedir; hiçbir mezhep ya da meşreple sınırlandırılamaz. Dolayısıyla herhangi bir mezhep ve meşrep bağlamında değil, İslam'ın temel ilkeleri doğrultusunda düşünerek vahdetin, birliğin temini adına gayret göstermek hepimizin vazifesidir."

Değerli okuyucum.

Bugün ecdadımızın, "Şuhûr-i Selâse" dedikleri Receb, Şaban ve Ramazan aylarını ihtiva eden, içinde mübarek gün ve geceleri barındıran üç ayların ilk günü… Adetâ, bizi Rabbimizin rızasına kavuşturacak bir muhteşem final ile bayram sabahına ulaştıracak manevî bir seyahatin başladığı gün… Bugün, "Şehrullah el-Muharrem" yani "Değerli/saygın/hürmete lâyık" vasfına sahip bir ayın yani Receb ayının ilk günü…

Dolayısıyla, Rabbimizle irtibatımızı gözden geçirmek, kulluğumuza dair eksik ve kusurlarımızı tespite çalışmak, kısacası şahsî anlamda bir tecdîd, yani kulluk hayatımızda "yenilenme ve tazelenme" adına çok güzel bir imkâna kavuştuğumuz gün…

Bu vesileyle, Sevgili Peygamberimizin (sav) bu ayın girmesiyle beraber Ramazan ayı gelinceye kadar tekrarladığı duasını paylaşmak istiyorum sizlerle…

"Allah'ım! Receb ve Şaban aylarını bize mübarek kıl; ve bizi Ramazan ayına ulaştır."

Gelecek yazımızda, "ihyâ" kavramıyla konuya devam edeceğimizi belirterek, bu mübarek günlerin, milletimiz, vatanımız ve tüm İslam âlemi için hayır, bereket, huzur ve selamet getirmesini niyaz ediyorum.

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN