Arama

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça
Şubat 25, 2018
İslam Medeniyetinde farklı kültürlerin birlikte yaşama tecrübesi (I)

Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'de, yaratılışın gayesini Allah'a iman etmek ve onun iradesine uygun yaşamak şeklinde belirler[1] ve insanları inananlar ve inanmayanlar diye iki gruba ayırır.[2] Bu temel ayrım dışında İslam dini insanlar arasında ırk, renk, dil ve ülke ayırımı yapmaz ve bunlar arasında asla herhangi bir fark gözetmez. Kur'an'ın getirdiği mesajı kabul edenleri ifade etmek üzere "mü'min" ve "Müslim" kelimeleriyle "iman" ve "İslam" köklerinin çeşitli fiil kalıpları Kur'an'da ve hadislerde ifade edilir.

İslam hukuk doktrininde gayrimüslim fertler, kendilerine uygulanacak hükümlere esas olmak üzere inanç farklılıkları ve İslam devletiyle olan siyasî ve hukukî bağları açısından çeşitli gruplara ayrılmışlardır. İnançları bakımından gayrimüslimler de semavî kitap sahibi olanlar (Ehl-i kitap), kitap sahibi olup olmadıklarında şüphe bulunanlar ve diğer inanç sahipleri olmak üzere üçe ayrılmıştır. Müslüman iken dinlerini değiştiren kimseler, bu konu ve değerlendirmenin dışında tutulmuştur. İslam hukukçuları, Kur'ân-ı Kerim'deki açık ifadelerden[3] hareketle Yahudi ve Hıristiyanların Ehl-i Kitap olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır.

İslam dini, gayrimüslim kitlelerle milletlerarası hukukî ilişkiler oluşturmuştur. İslam'da insanlar arasında sadece inanç esasına dayalı bir ayırım kabul edilmiş ve bu husustaki tercihin âhiret hayatında büyük bir mükâfat veya cezayı gerektireceği, Allah katında inananlarla inanmayanların aynı muameleye tâbi tutulmayacağı birçok âyette ifade edilmiştir.[4] Bununla birlikte dünya hayatında inananlarla inanmayanların gerek ayrı toplumlar olarak, gerekse aynı toplum içinde bir arada yaşamaları için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. İslam dini, Allah'ın insanlığa yol göstermek üzere muhtelif zamanlarda ve o zamanın şartlarına uygun bir çerçeve ve muhteva ile gönderdiği mesajın en son ve en mükemmel merhalesidir.[5] Bu durum, İslam'ın aynı zamanda zaman ve mekân bakımından evrensel bir din olduğunu da göstermektedir.[6] İslam dini bu özelliğiyle hiçbir ırk, dil, cins, toplum ve zümre ayırımı yapmaksızın bütün insanları ilâhî vahyin muhatabı ve aynı insanlık ailesinin üyeleri olarak kabul eder. İnsanlara aynı anne babadan geldiklerini bildirerek aralarındaki bazı farklılıkların düşmanlık sebebi değil, karşılıklı iyi ilişkilere bir vesile olarak görülmesi gerektiğini anlatır. Bundan dolayı da aralarındaki tek üstünlük ölçüsünün, yeryüzünde arzu edilen beşerî sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirmekten ibaret olduğunu belirtir.[7]

İnsanların farklı ırklardan gelmeleri ve ayrı toplumlar oluşturmaları, kendilerine verilen nimetler konusunda bir sınama, insanlığın ortak İdeal ve hedefleri için bir yarışma olarak görülmüştür.[8] Böylece uluslararası hukukun en önemli dayanağı olan milletlerarası topluluk fikri yani ümmet anlayışı ilk defa Kur'ân'da ifadesini bulmuş ve Hz.Peygamber devrinden başlayarak toplumlararası ilişkiler hukukî esaslara dayandırılmıştır. Kur'an ve sünnette belirlenen temel prensipler çerçevesinde oluşan ve zamanla gelişen bu devletlerarası hukuk, Müslüman devletlerin gayrimüslim toplumlarla olan ilişkilerinde uygulanırken, Batı dünyasında Ortaçağ boyunca milletlerarası alanda keyfilik hâkim olagelmiş ve XVIII. yüzyılda Avrupa'da oluşmaya başlayan devletler hukuku Batılı ve Hıristiyan olmayan devletlere ancak XIX. yüzyılın sonlarından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Oysa İslam ilk günden beri aynı toplum içinde yaşayan Müslim, gayrimüslim herkesi "ümmet toplumu" adını verdiği bir kavram içinde kabul etmiştir.

Milletlerarası ilişkilerin barış içinde sürdürülebilmesi ve bunun sağlam temellere oturması için karşılıklı güven ve haklara saygı büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle İslam dini, gerek özel gerekse milletlerarası ilişkilerde Müslümanlara, verdikleri sözleri tutarak karşılıklı güveni sarsacak davranışlardan sakınmalarını,[9] insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan herkese karşı adaletle davranmalarını, kin ve düşmanlıklar yüzünden zulüm ve haksızlığa yönelmemelerini emreder.[10] Ve özellikle bunu yöneticilere bir görev ve sorumluluk olarak yükler.

Müslüman bir toplumun gayrimüslim toplumlarla ilişkilerinin barış esasına dayandığı ve bu ortamın ancak gayrimüslimlerin düşmanca tavırları nedeniyle bozulabileceği ifade edilmektedir:

"Sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik etmekten ve onlara adaletle davranmaktan Allah sizi alıkoymaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardımda bulunanları dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte onlar zalimlerin bizzat kendileridir." [11]

İslam hukukçularının büyük bir kısmı, Kur'an ve sünnette belirlenen temel prensipler çerçevesinde Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki milletlerarası ilişkilerin barış esasına dayandığı, savaşın ancak onların Müslümanlara karşı düşmanca tavırlara başvurmaları halinde meşru sayılacağı görüşündedir. İşte Kur'ân-ı Kerim yeryüzünde insanî bağları kuvvetlendirmeye, toplumları insanî gayelerle birbirine yaklaştırmaya, karşılıklı ilişkileri faydalı hususlarda işbirliğine dayandırmaya büyük önem vermiştir.

Hz.Peygamber'in öğretilerine bakarsak İslam, kendi mensuplarının oluşturduğu bir toplumda bu inancı paylaşmayanların inanç özgürlüğüne, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarını sağlamıştır. Tam bu noktada Hz.Peygamber, hicretin hemen ardından Medine'de bulunan müşrik ve Yahudi toplumları ile "Medine Sözleşmesi" diye adlandırılan bir sözleşme yaparak bunun ilk örneğini göstermiştir. İslam'ın ortaya koyduğu siyasî yapı, birçok dinî-kültürel grubun bir arada yaşamasını mümkün kılan bir toplum modeline örnek teşkil etmiştir.

İslam dini, toplum içindeki birliği sağlamayı hedef edinmiş, ırk, renk, dil gibi farklılıkları kabul etmiş ve bunları koruma altına almayı ilke ve bir inanç gereği görmüştür. Çağımız ulus devletlerinde vatandaşlık, başlıca kan ve toprak esasına dayandırılmaktadır. Hâlbuki İslam, insanlar arasında elde olmayan her tür farklılığı bir yana bırakarak ümmet anlayışına dayalı vatandaşlığı esas almıştır. Kur'ân-ı Kerim'deki mümin-kâfir ayırımı iki farklı ontolojik dinî yaklaşımı ortaya koyar ve bu konudaki tercih aynı zamanda belli bir hayat tarzı ve sosyo-politik kimlik seçimini ifade eder. İslam'ı din olarak benimseyenler aynı zamanda sosyo-politik İslam toplumunun bir üyesi olurken bu inancı paylaşmayanlar da, İslam devletinin siyasî hâkimiyetini kabul ederek çoğulcu bir hukukî yapı içinde tercih ettikleri hayat tarzını yaşama hakkına sahiptirler.

(Konuya Devam edeceğiz)


[1] el-Bakara 2/21; ez-Zâriyât 51/56; el-Mülk 67/2

[2] el A'râf 7/87; el-Kehf 18/29; et-Tegâbün 64/2

[3] Âl-i İmrân 3/65-67; el-Mâide 5/68

[4] Hûd 11/15-24; Fussilet 41/40; el-Câsiye 45/20-35

[5] el-Mâide 5/3; el-Ahzâb 33/40

[6] el-Enbiyâ 21/107; Sebe' 34/28

[7] el-Hucurât 49/13

[8] el-Mâide 5/48

[9] el-Mâide 5/ 1; en-Nahl 16/ 91, 92, 94

[10] en-Nisâ 4/58; el-Mâide 5/2, 8

[11] el-Mümtehine 60/8-9

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN