Arama

Türkiye’nin kimliğine ‘Huzur’lu bakış

Ahenk, musiki, rüya, bilinçaltı, zaman bize Tanpınar'ı çağrıştıran kavramlar. “Zaman” şairi dediğimiz Tanpınar’ın anlattıkları, hissettirdikleri, yıllar sonra bile daha değerli hale gelerek topluma ışık olup, okuyuculara keyif vermeye devam ediyor. Ünlü yönetmen Semih Kaplanoğlu, 20'li ve 30'lu yaşlarında okuduğu Huzur romanını, bu yıl üçüncü kez okuyarak eseri beyazperdeye taşıyacağını belirterek Türkiye sineması için çok önemli bir kararın haberini verdi. Nitekim Kaplanoğlu sinemasında ‘zamanın’ ehemmiyeti de oldukça büyüktür…

Türkiye’nin kimliğine ‘Huzur’lu bakış
Yayınlanma Tarihi: 3.8.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 03.08.2018 13:16

"Biz her ne kadar mekân değiştirsek de, sanki upuzun bir ip var, onun bir ucundan
tutmuş ilerliyoruz gibi hissediyorum. O nedenle ben zaman kavramını hiçbir zaman
başı ve sonu olan bir şey olarak düşünmüyorum." Semih Kaplanoğlu, Yusuf'un Rüyası

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın başyapıtlarından olan "Huzur" Semih Kaplanoğlu tarafından beyazperde için hazırlanıyor. 20'li ve 30'lu yaşlarda okuduğu romanı, bu yıl üçüncü kez okuyan Kaplanoğlu, bu okuma sonrasında eseri sinemaya taşımaya karar verdiğini belirtiyor ve meseleyi şöyle özetliyor: "Roman, Türkiye'nin kimliğine ve tarihine dair meseleleri bugün gelecek üzerine konuştuğumuz meselelerle bir koridor kuruyor."

SEMİH KAPLANOĞLU İLE 'HUZUR'LU TÜRKİYE

Tanpınar'ın yazdığı romanların, şiirlerin, denemelerin, yaşamını devam ettirdiği dönemde değerlerinin görülmemesi zamanının içinde tam olarak kendini anlatamadığını, zamanının ötesine taştığını anlatmaya yeter… 'Huzur'daki aşk hikâyesinden etkilenen ünlü yönetmen; filmde, aşk hikâyesinin arka planında 'Biz Türkler kimiz? Ne yapıyoruz? Neredeyiz? Medeniyetimizin ne safhasındayız? Nereye doğru gideceğiz?' gibi konuları sorgulayacak.

Romanın geçtiği tarih; 1939, savaş öncesi... Dünyanın o anı ve yeni bir Türkiye nasıl olacak? Gelecekte ne olacak? Geriye mi döneceğiz, şimdiyi mi yaşayacağız? Tüm bu soruların cevabını, Semih Kaplanoğlu ile 'Huzur'da izleyeceğiz.

Şu an senaryo üzerinden çalışan yönetmen, yapım aşamasında olan bir filmi çektikten sonra Huzur için harekete geçeceğini söyledi. 1939 İstanbul'unda Mümtaz ve Nuran etrafında, II. Dünya Savaşı'nın ayak sesleri arasında ilerleyen roman, tartıştığı, ele aldığı meselelerle hala güncelliğini koruyor.

MUHTEVİYATINA MÜDAHALE OLMAYACAK

Eseri filme aktarma sürecinde kapsamlı bir şekilde çalıştıklarını dile getiren Kaplanoğlu, "Şu an hazırlık aşamasındayız. Prof. Dr. Handan İnci ile çalışıyoruz. Tanpınar'ın külliyatına dair incelemeler yapıyoruz. İbrahim Kalın'ın "Akıl ve Erdem" kitabı, Tanpınar'ın tartıştığı meseleleri derin ve kökten inceleyen bir şey. Onu okuyorum" diye konuştu. Huzur'un önemine değinen yönetmen, romanın muhteviyatına müdahale etmeden filme aktaracaklarını dile getirdi.

II. Dünya Savaşı öncesini anlatan romanda tartışılan meselelerin bugüne bağlandığını dile getiren Kaplanoğlu şöyle konuştu: "Huzur, savaşın hemen öncesini 1939 yılını anlatıyor. O dönemin aydınlarının tartıştığı Türkiye'nin kimliği, tarihi, geleceği hakkındaki süreç benim gözümde bugünle birleşti. Sanki bir koridor açıldı ve o dönem tartışılan meseleler bugün Türkiye'nin geleceği üzerine konuştuğumuz şeylerle bir bağ kurdu. Bunu sinemaya aktarabiliriz düşüncesi buradan geldi."

TANPINAR'IN DERİNLİĞİNİ ARIYORUZ

Yönetmen Semih Kaplanoğlu Huzur romanını sinemaya uyarlamanın belli sorumlulukları beraberinde getirdiğini dile getirdi. "Huzur'un içinde bir İstanbul var, şehrin dört mevsimi, mimari eserleri, hayat biçimi var. Bunları aktarabilmek bizim için çok önemli" diyen Kaplanoğlu, "Romanın yoğun bir dili var. Bir de Mümtaz ve Nurhan'ın aşk hikâyesi var. O aşkın da bütün Doğu geleneğiyle kurduğu irtibat meselesi o gelenekteki aşkın var oluş hali çok önemliydi benim gözümde. Suat karakterinin de kattığı büyük bir enerji, bir çatışma noktası var. Bütün bunlar çok güçlü argümanlar. Filme aktarırken Tanpınar'ın dilini, edebi yetkinliğini de unutmamak lazım. Çıplak bir olay örgüsü değil, o derinliği hissettirecek duygunun sinemada karşılığını bulabilecek şekilde bakmamız lazım" diye konuştu. (Yeni Şafak, Bugüne Huzur'la köprü kurulacak)

SEMİH KAPLANOĞLU SİNEMASINDA 'ZAMANIN' ÖNEMİ

Semih Kaplanoğlu sinemasında zamanın ehemmiyeti ve bütün filmografisi boyunca zaman mefhumunun işgal ettiği alanın genişlemesi günümüz konvansiyonel sineması ile tam tersi bir yönde ilerlerken, seyirci için deneyimleme sürecini bir nevi yapı söküme uğratmakta belki de yeni alımlama olanaklarına kapı aralayarak izleyicinin yola revan olabilmesinin imkânlarını aralamaktadır.

Yusuf'un Rüyası adlı kitabında Semih Kaplanoğlu, derinlikli söyleşiler içerisinde, sinema dilini etkileyen faktörler üzerine önemli bilgiler veriyor. "zaman" kavramının, onun sinematografisindeki işgal ettiği yeri, eserinde (Yusuf'un Rüyası) şöyle açıklıyor:

"Sinema, planları kısaltarak, hareketi parçalayarak aslında nefsani duyguları kışkırtıyor. Sinemayı böyle kullandığınızda nefsi gıcıklayacak bir yükseltme yaratmış oluyorsunuz. Oysa ben sinemanın manevi, ilahi anlamda bir yükselme yaratabileceğini düşünüyorum. Bunun için de sakinleşmesi, yavaşlaması gerekir. Tıpkı meditasyon yapan ya da tefekkür eden insanların yaşadığı deneyimler gibi… Burada dikey zamanla yatay zamanı da birbirinden ayırmak gerekir. Dikey zaman sürekli inip çıkan bir ritim duygusunu içerir, yatay zaman ise genişleme, yayılma anlamına gelir. Bütün bunlara temas ettiği için sinemada zaman kullanımının çok temel bir unsur olduğunu düşünüyorum. Ben hareketi parçalamayarak sinemadaki zamanla gündelik hayatımızdaki zaman arasında bir koşutluk kurmaya çalışıyorum. Hızlı kurguyu, kesme yaparak karaktere yaklaşmayı çok tercih etmememin sebebi bu. Şunu da unutmamalıyız: İbn Arabi'nin dediği gibi, aslında sonsuz bir şimdiki zaman. Biz de hala onun içindeyiz… Başka bir taraftan bakarsak, 30-40 sene önce yaşadığım şey benimle beraber yaşamaya devam ediyor aslında. Biz her ne kadar mekân değiştirsek de, sanki upuzun bir ip var, onun bir ucundan tutmuş ilerliyoruz gibi hissediyorum. O nedenle ben zaman kavramını hiçbir zaman başı ve sonu olan bir şey olarak düşünmüyorum. Filmin başını ve sonunu, bir sahnenin başını ve sonunu kurgularken de bu tür kaygılarla hareket ediyorum. Seyirciye de zamanın varlığını ve ağırlığını hissettirmek istiyorum. Bu da ancak, az önce söylediğim şeye dönüyorum, belli bir hareketi kesintisiz olarak, başından sonuna kadar göstermekle mümkün bence. Zamanı hissetmek ölümü ve ölümlü olduğunu da bilmek demek benim için ve ölümü ortadan kaldırırsan yaşadığın zamanın bir anlamı kalmıyor. Ölümden kaçmaya çalışmak, zamandan kaçmaya çalışmakla eşdeğer."

"Çünkü huzursuz bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü insan kendisiyle barışık değil. Değerler karşısında ve insan karşısında yeniden düşünmeye mecburuz. Çünkü her şeyden şüphedeyiz. Ve nihayet arkamızda eskisi gibi o kadar kuvvetle Allah'ı hissetmiyoruz. Hülasa huzursuzuz onun için."
Ahmet Hamdi Tanpınar

ZAMANI AŞAN YAZAR AHMET HAMDİ TANPINAR

Tanpınar için zamanı aşan yazar tanımlamasını boşuna kullanmamışız. Kaplanoğlu verdiği bu karar ile bu tanımın önemini çok güzel bir şekilde vurgulamış olacak. '1939'lu yılların uyarlaması' merak konusu uyandırırken, işin içinde usta yönetmen Kaplanoğlu'nun olduğunu bilmekte ayrı bir keyif ve önem arz ediyor. Gelin biraz Tanpınar biraz da Huzur'a dair hafızalarımızdaki bilgileri yenileyelim.

Tanpınar, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı içerisinde yer alan Türk edebiyatının en üslupçu yazarlarından biri olarak kabul edilir. Gerek şiirlerinde gerek roman ve hikâyelerinde bu yönünü daimi olarak görürüz. Genelde bir şair hassasiyetine sahip olmasına bağlanan bu durumun özellikle romanlarında estetik kaygının yanı sıra Türkçeyi bütün zenginliği ile kullanma gibi özgün tarafın da bunda etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Edebi kişiliğinin ortaya çıkmasında yaşadığı hayatın büyük ve derin bir etkisi görülür. On dört, on beş yaşlarında iken annesini kaybetmesi, Tanpınar üzerinde derin izler bıraktı. Ölüm ve acı düşünceleriyle bu yıllarda tanıştı ve hayatının sonuna kadar eserlerinde de bu düşüncelerin somut hallerine yer verdi.

Şiirlerinde duygu ve imge temel ögedir. Hece ölçüsüyle yazdığı ilk şiirlerinde müzikal nitelikler de dikkat çeker. Edebiyat Fakültesi'nde öğrencisi olduğu Yahya Kemal Beyatlı'dan da çok etkilenir. Ama ilk eserlerinde Yahya Kemal'den çok Ahmet Haşim izleri görülür. Bu şairlerin etkisiyle hem klasik Türk şiirini hem de Batı'nın önemli şairlerini tanımış ve onların etkisini şiirlerine yansıtır. Şiirde Baudelaire'i, Mallarme'yi, Valery'yi, hikâye ve romanda ise Dostoyevski'yi, Edgar Allen Poe'yu, Nerval'i, Marcel Proust'u beğenmiş ve etkisinde kalır.

TANPINAR'I ÇAĞRIŞTIRAN KAVRAMLAR

Ahenk, musiki, rüya, bilinçaltı, zaman bize Tanpınar'ı çağrıştıran kavramlardır. Onun eserlerinde bu kavramların gerek tema; gerek düşünceleri ve anlatımı güçlendiren, destekleyen kavramlardır. "Bursa'da Zaman" şiirinde "Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında" diyen Tanpınar, zaman kavramını karmaşık ve çok katlı olarak algıladığını gözler önüne serer. Ahmet Hamdi Tanpınar resim sanatına da ilgi duymuş ve bunu şiirlerine de ustalıkla yansıttı. Şiirlerinde adeta bir tablo çizer.

TANPINAR'IN ROMAN DİLİ

Tanpınar'ın sekanslar bakımından oldukça güçlü bir dili vardır. 350 sayfalık Huzur romanının tamamında "hasta" kelimesi 174 kere geçer. 58 sayfa tutan birinci bölümünde yani "İhsan" alt başlığını taşıyan birinci bölümünde ise değişik versiyonlarıyla bu kelime 62 defa kullanılır. Dolayısıyla burada dil, tabiatıyla Türkçe, gizli bir ritim duygusu ve anlamsal derinlikle birlikte verilir. Bir şahsiyet etrafında kurulmak istenen karamsar atmosfer dilin ritimleştirilmesiyle laitmotife bağlı bir müzikal dizge özelliği kazanır. Şu ilk sayfalarda bu ritmi görmek mümkündür:

"Mümtaz, ağabeyi dediği amcasının oğlu İhsan'ın hastalandığından beri doğru dürüst sokağa çıkmamıştı. Doktor çağırmak, eczaneye reçete götürüp ilaç getirmek, komşunun evinden telefon etmek gibi şeyler bir tarafa bırakılırsa, bu haftayı hemen hemen ya hastanın başı ucunda yahut da kendi odasında, kitap okuyarak, düşünerek, yeğenlerini avutmağa çalışarak geçirmişti.

İhsan iki gün kadar ateşten, halsizlikten, arka ağrılarından şikâyet etmiş, sonra birdenbire zatürree fevkaladelik halini ilan etmiş, evin içinde korkudan, telaştan, üzüntüden, bir türlü ağızlardan düşmiyen ve bakışlardan eksilmiyen temennilerden saltanatını, o yıkım psikolojisini kurmuştu.

Herkes, İhsan'ın hastalığının verdiği üzüntü ile uyuyor, onunla uyanıyordu.

Bu sabah, tren düdüklerinin büsbütün başka korkularla kanattığı uykusundan, Mümtaz gene bu üzüntü ile uyandı. Saat dokuza yaklaşıyordu. Bir müddet yatağının kenarına oturup düşündü. Bugün yapacak bir yığın işi vardı. Doktor onda geleceğini söylemişti; fakat onu beklemeğe mecbur değildi. Her şeyden evvel bir hastabakıcı bulmak zorunda idi. Ne Macide, ne yengesi -İhsan'ın annesi- hastanın başı ucundan ayrılmadıkları için, çocuklar haraptılar.

İhtiyar hizmetçi, Ahmet'le şöyle böyle meşgul olabilirdi. Fakat Sabiha ile adamakıllı uğraşıcak birisi lazımdı. Onun her şeyden evvel konuşacak insana ihtiyacı vardı. Mümtaz, bunu düşünürken, küçük yeğeninin hallerine içinden gülümsedi. Sonra, eve döndüğünden beri, akrabasına karşı olan sevgisinin daha başka bir hal aldığına dikkat etti: -Acaba, hep alışkanlık mı? Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?-, dedi.

Bu düşünceden kurtulmak için tekrar hastabakıcı meselesine döndü. Macide'nin sıhhati de öyle düzgün değildi. Hatta bu kadar yorgunluğa nasıl tahammül ettiğine şaşıyordu. Biraz fazla üzüntü, yorgunluk, onu yeniden bir gölge haline getirebilirdi. Evet, gidip, bir hastabakıcı bulmalıydı. Öğleden sonra da o kiracı denen derde uğraması lazımdı.

Elbisesini giyinirken -İnsan denen bu saz parçası...- diye birkaç defa tekrarladı. Çocukluğunun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, kendi kendisiyle konuşmayı severdi. -Ve hayat dediğimiz çok ayrı şey...- Sonra zihni tekrar küçük Sabiha'ya gitti. Küçük yeğenini sade eve döndüğü için sevdiğini düşünmek hoşuna gitmiyordu. Hayır; ona doğduğu günden beri bağlıydı. Hatta doğuşunun şartları düşünülürse, ona karşı minnettardı da. Pek az çocuk bu kadar zamanda bir eve teselli ve sevinç getirebilirdi.

Mümtaz, üç gündür bu hastabakıcının peşinde idi. Bir yığın adres almış, telefonlar etmişti. Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. Mesela İhsan iyi olduktan altı ay sonra bile bir iki hastabakıcı mutlaka onu arayacaktır. Fakat lazım olduğu zaman... İşte hastabakıcı meselesi böyleydi. Kiracıya gelince... (Huzur, s.7-8)" (Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Roman Dili Üzerine Bir Yaklaşım, Yunus Balcı )

HUZUR'A GENEL BAKIŞ

Roman ilk olarak 22 Şubat 1948 ile 22 Haziran 1948 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesinde tefrika edildi, 1949 yılında ise kitap olarak basıldı. Eserde esasen Mümtaz ile Nuran arasındaki aşka odaklanılır. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı'nın insan ve toplum üzerinde oluşturduğu korkular, Türk toplumunun yaşadığı sosyal ve ekonomik sorunlar, etik ve ahlak değerleri üzerine yaşanan insani çelişkileri ve Doğulu–Batılı arasındaki kültürel çatışmalar gibi sosyolojik vakalar da işlenir.

Romanda sevgilisi Nuran'a kavuşma-kavuşamama gelgitleri yaşayan, İkinci Dünya Savaşı'nın her an patlayacak olması korkusuyla tetikte bekleyen, Cumhuriyet sonrası kültürü ret ya da kabul ikilemleri yaşayan, sorunlu bir kuşağın temsilcisi olan Mümtaz; Tanpınar'ın yansımasıdır. Nuran; Mümtaz'ı seven ama toplum baskısı ve dedikodulardan bunalmış, sonuçta topluma karşı yenilen ve sevgisini yok edip, Mümtaz'la evlenmekten vazgeçen, kitabın ana kadın kahramanıdır.

Tanpınar'ın doğrudan doğruya kendi şahit olduğu hadiseleri bir edebiyatçı kimliğiyle eserine nakşetmesi romanın kıymetini daha da artırır. Ayrıca Tanpınar'ın İstanbul'un tarihî ve doğal güzellikleri hakkında yaptığı derin ve canlı tasvirler eserin yazıldığı döneme ait tarihî ve kültürel öğeleri de bünyesinde barındırmasını sağlar. Tanpınar ile yapılan bir röportajda romana Huzur ismini vermesinin sebebi sorulur. Bunun üzerine verdiği cevapta aslında eserinde kullandığı üslubun gerekçesini izah etmiştir. Tanpınar, "çünkü huzursuz bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü insan kendisiyle barışık değil. Değerler karşısında ve insan karşısında yeniden düşünmeye mecburuz. Çünkü her şeyden şüphedeyiz. Ve nihayet arkamızda eskisi gibi o kadar kuvvetle Allah'ı hissetmiyoruz. Hülasa huzursuzuz onun için." der.

TveK'dan satın almak ve kitabı incelemek için tıklayınız

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN