Arama

Tek davası O'nu bulmaktı

Şiiri mukaddes eşiğin süpürgesi; şairi de boynundaki süpürücülük borcuyla insanoğlunun en yüksek rütbelilerinden biri olarak gören şair Necip Fazıl, hayatını adadığı davasıyla sadece yaşadığı döneme değil günümüz gençliğin fikir ve dünya hayatına ışık tuttu. Ölümünün 35’nci yıl dönümünde üstadı rahmetle yâd ediyoruz.

Tek davası O’nu bulmaktı
Yayınlanma Tarihi: 25.5.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 25.05.2018 15:34

Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904'te, perşembe günü sabaha karşı, İstanbul'da büyük bir konakta doğdu. Kayıtlı bir şecereyle, Alâüddevle devrinin Şeyhülislâmı Mevlâna Bektût Hazretlerine dayanan Dülkadiroğullarına bağlı "Kısakürekler" soyuna mensup. Babası Abdülbâki Fazıl Bey, Bursa'da âzâ mülazımlığı, Gebze savcılığı ve ömrünün son senelerinde Kadıköy hâkimliği görevlerinde bulundu. Annesi, Girit muhacirlerinden bir ailenin kızı, kayıtsız şartsız teslimiyet örneği, derin ve fedakâr bir Müslüman-Türk kadını Mediha hanımdır. Büyükbabası, İkinci Abdülhamîd Han'a Ermenilerce girişilen suikastin tarihî muhakemesini yapan ve Mecelleyi kaleme alan heyet içinde imzası bulunduğu için, 6 Ekim 1902'de "Legion d'honneur" nişaniyle ödüllendirilen vekâr ve ciddiyet timsali Mehmet Hilmi Efendi'dir. Henüz 5-6 yaşlarındayken okuma yazmayı öğrenen Necip Fazıl, büyükbabası Mehmet Hikmet yaramazlığının önüne geçmek için bir sürü "abur cubur" romanla tanıştırdı.

"ŞAİR OLMANI NE KADAR İSTERDİM!"

Birçok şiirinin ana imajını ve ruhî kaynağını teşkil eden "yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehşetli bir korku" şeklinde özetlediği ve hastalıktan hastalığa geçtiği ilk çocukluk yıllarını, büyükbabasına ait Çemberlitaş'taki Konak'ta geçirdi. Bir yaş küçük kız kardeşi Selma ile büyük babasının ölümü onu dışarıdan etkileyen çocukluk günlerine ait asla unutamayacağı iki hadiseyi teşkil etti. 1916 yılında "Ne oldumsa bu mektepte oldum" dediği "Mekteb-i Fünûn-u Bahriye-i Şahâne"ye girdi. İçindeki bütün ışık cümbüşleriyle ona, kendisini gösteren bir ayna olan bu mektepte ilk aruzla şiir yazma denemelerine başladı. 1912 yılında henüz on yedi yaşındayken İstanbul Darülfünûn'da Felsefe bölümüne girdi.

Necip Fazıl şairliğinin başlangıcını şöyle anlatır:

" Şairliği on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır: Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp:

-Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!

Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi… Gözlerim, hastahane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:

-Şair olacağım!

Ve oldum.

O gün bugün şairliği küçük ve adi hasisliklerin üstünde gören, onu idrakin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve adi bahaneyi hiç unutmadım."

İlk şiirlerini Yeni Mecmua'da yayınladı.

KALDIRIMLAR ŞAİRİ

Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra, 20 yaşındayken Maarif Vekâletinin Avrupa'ya tahsile gönderilecek ilk öğrenci grubu içinde yer aldı ve Paris'e gönderildi. Sorbon Üniversitesi Felsefe bölümüne girdi.

1925'te ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı bastırdı.

Paris hayatı, kendini arayışının müthiş his helezonları, korkunç girinti ve çıkıntıları arasında, nefis cesareti bakımından hayal yakıcı bir tablo çizdi. Burada oldukça bohem bir hayat yaşayan Necip Fazıl, cebinde yol parası kalmadığı bir gece, geç saatte yürümek zorunda kalır. İşte Kaldırımlar şiirini de burada yazar.

"Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Necip Fazıl, Paris hayatı için "Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir." der.

Felemenk Bahr-i Sefit Bankası'nda çalışan arkadaşı Salih Zeki'nin teşvikiyle aynı bankada işe başladı. Daha sonra Osmanlı Bankasında Ceylan, İstanbul ve Giresun şubelerinde çalıştı ve 13 yıl banka memurluğu yaptı.

24 yaşındayken çıkardığı Kaldırımlar şiir kitabı büyük beğeni topladı. Bu tarihte "Kaldırımlar şairi" olan anılmaya başlayan Necip Fazıl hakkında yazılıp çizilenler kat be kat arttı.

Üçüncü şiir kitabı olan 'Ben ve Ötesi'nin çıkışından sonra artık şöhretinin zirvesindeydi.

OTUZ YAŞIN MUHASEBESİ

1934 yılında kadar ki taşkın, dur durak bilmeyen ve başıboş ruhuna rağmen fikirde daima ruhçu, tecritçi, sezişçi, sır idrakine bağlı ve İlahi vahdeti tasdikçiydi.

Otobiyografisini yazdığı "O ve Ben" kitabında hayatında büyük bir dönüm noktası olan Arvasi Hazretleriyle tanıştığı 1934 yılında kadar ki muhasebesini şöyle yapar:

"O güne kadar muhasebem, her unsuruyla hassasiyetimi gıcıklayan koca bir konak, her ferdinin nereden gelip nereye gittiğini bilmediği uğultulu bir cereyan içinde, her ân iniltilerle açılıp örülen mırıltılı kapılar arasında ve bütün bir ses, renk ve şekil cümbüşü ortasında, beş hassemin sınırı tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı derin bir (melankoli) duygusundan ibaret…

Bana çocukluğumdan kalan ve ilerdeki basamaklarda gittikçe kıvamlanan bu hassasiyet, sonunda, Büyük Velî'nin eşiğine yüz süreceğim âna kadar -otuzuna yaklaşıncaya denk- mücerret, müphem, formülleşmemiş ve sisteme girmemiş, hayat üstü bir hayat, ideal hayat hasretinin, kulaklarıma devamlı fısıltısını akıttı.

On iki yaşımdan yirmi küsur, hatta otuz yaşıma kadar süren, güya kendime gelme, billûrlaşma ve şahsiyetlenme çığırımda, şu veya bu bahanenin çarkına tutulmuş, döner, döner ve kendimi hep günübirlik bahanelerin hasis kadrosunda belirtmeye çabalarken, bu fısıltıya; seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafelerin ötesindeki hakikatten çakıntılar bırakıp geçen bu fısıltıyı hiç kaybetmedim. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın, ruhumda daima ihtarcısına, gözü uyku tutmaz nöbetçisine rastlıyor ve arada bir bu nöbetçinin selâmını alıp yine beni sürükleyen çarklara takılıyor, ona:

-Haydi, beni nereye götüreceksen götür, kime teslim edeceksen et!

Diyemiyordum.

Otuz yaşıma kadar da muhasebem budur.

…Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini…"

1934 yılında Boğaziçindeki evine dönmek için bindiği vapurda o ana kadar hiç görmediği ve bir daha da görmeyeceği bir adam Abdülhakim Arvasi hazretlerinin adresini verdi.

GELECEĞE ATILAN TOHUM

Yaşadığı buhranlı günlerden sonra manevi tesiriyle açılan kitaplık çapta eser verme devrinin ilk eseri "Tohum"dur. Muhsin Ertuğrul'un bir yemekte; "Niçin bir piyes yazmıyorsun?" sorusuyla, tiyatroyu, "hayatın (kantite) gibi değersiz ve geçici yüzünü değil, (kalite) gibi derin ve sonsuz şahsiyetini zapt eden ve onu molozlarından ayıklayarak tasfiye eden, tıpkısını, fakat başka türlüsünü gösteren mistik bir ayna" olarak gören Necip Fazıl'ın hemen karar verir ve 7 gün içerisinde "Tohum"u yazdı.

Tohum, Millî mücadeleyi, Anadolu halkının öz benliğinde mevcut ruhun bir fışkırışı olarak gösteren Tohum'da vatan toprak parçasından ziyade vatanı müdafaanın gizlediği bir aksiyon; aksiyonun gizlediği bir fikir ve fikrin gizlediği mahrem bir benliktir. Bu tiyatro eseri Muhsin Ertuğrul tarafından sahnelenir.

"Biz bu ruhu tanımıyoruz. Çünkü bu ruh dal budak salmış bir ağaç gibi göz önünde fışkırmış hakikatlerden değildir. En derin ve en gizli hakikatlerdendir. Hakikat kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi."

1936'da Celal Bayar'ın temin ettiği ilanlar yardımıyla çıkardığı ve 16 sayı sürdürdüğü "Ağaç" Mecmuası, dönemin önde gelen entellektüellerini çatısı altında topladı.

Daha sonra, Bir Adam Yaratmak tiyatrosunu ve Büyük Doğu Marşı'nı yazdı. Bir Adam Yaratmak eseri Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.

Bir dönem sonra kendi deyimiyle "dolap beygirinden farksız" hissetmeye başladığı için bankadan istifa edip Haber gazetesine girdi. Kısa bir süre sonra da Son Telgraf gazetesinde, Bâbıâli'nin önde gelen muharrirlerinin aksine, İkinci Dünya Savaşı'nın kaçınılmaz olduğu görüşünü savundu ve haklı çıktı.

1939'da en sevdiği şiirini, büyük ruh ıstırabının şiiri olan Çile'yi yazdı. 1942'de askerde olduğu dönemde yazdığı bir yazı ile ilk hapis cezasını aldı.

BÜYÜK DOĞU HAREKETİ

17 Eylül 1943'de çıkarmaya başladığı Büyük Doğu Mecmuasıyla mücadelesini bir ömür; hükümetiyle, partisiyle, basınıyla, hocasıyla, gençliğiyle kendi açtığı bütün cephelerde tek başına sürdürdü. Sezai Karakoç bu mecmua için "O güne kadar İslam, içimizde sakladığımız bir inanç idi. Kimselere pek açılamıyorduk. Yasak, mağdur ve mazlum bir düşünce gibiydi ruhumuzda. Ama işte görmüştük, İstanbul'da çıkan bir dergide onu çağdaş bir üslupla savunan bir kalem vardı. İslam'ın yükselen, yeni, canlı sesiydi bu. Bu, benim için büyük bir mutluluk olmuştu. Çünkü bir umut doğmuştu: Bütün sıkıntıları göğüsleyebilirdim." der.

30'uncu sayıda "Allaha itaat etmeyene itaat edilmez!" meâlindeki bir Hadîs-i Şerif yüzünden, rejime itaatsizliği teşvik suçlamasiyle 1944 Mayısında Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimari bölümündeki hocalığından kovuldu ve ikinci askerliğine ikinci defa sevkedilerek Eğridir'e sürüldü.

Sonraki yıllarda Büyük Doğu dergisi kapa-çıka yoluna kaldığı yerden devam etti.

Necip Fazıl, Türk toplumu için yaptığı fedakârlıkları Gençliğe Hitabe yazısında kendi diliyle bize şöyle anlatır: "Bu gençliği karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamış borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım."

Bundan sonraki yıllarda da yazdığı yazılar ve kurduğu büyük Doğu cemiyeti sebebiyle pek çok kez tutuklandı.

Bu günler, 'şair-hapishane ilişkisi'yle de başka örneklerden farklı olarak; o keskin ve fikir mizacının altındaki çok hassas ruhunu acıtan ve demir parmaklıklar arkasındaki 1 gününü 100 güne bedel kılan "dış tesirler" bakımından hayatının en ıstıraplı dönemidir.

Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mı?.. Belki... Daha ölmedim!

"İdeolocya Örgüsü" isimli eseri, "Mümin/Kâfir" diyalogları ve siyasi içerikli yazıları sebebiyle devamlı olarak suçlandı, sorgulandı, yargılandı.

1968'de "Vahidüddin" adlı eserini Bugün gazetesinde tefrika edip ilk baskısını yaptıktan sonra takibata uğradı ve kitap toplatıldı.

"Bir devirdi. O tarihlerde (40'lı yıllar) küfür, bütün müesseseleriyle bir buzdağı gibiydi. Ortalıkta hiçbir hareket mevcut değildi. Müslümanlık zindanı camilerden bir hıçkırık sesi bile gelmiyordu. Bu gafiller, adeta, "camie girebiliyorum ya, ne devlet!" gibilerinden seviniyorlar ve hadım olmanın oltasında mesut görünüyorlardı. Şimdi şucu bucu geçinen bazı zümrelere adını vermiş isimlerden hiçbirini görmek mümkün değildi. Derken, meydan açılır gibi olduktan sonra ortaya çıktılar ve kendilerine evliyalık süsü vermekten de kaçınmadılar. Biz ise, mahut buzdağını, karda avuçlarımızı hohlarcasına, ciğerlerimizden kopan sıcak nefeslerle eritmeye çalıştık ve galiba bunda müessir olduk.

Fakat bu defa… Bu defa ortalık çamur kesildi ve şu andaki perişan manzara doğdu. Dahası ve en acısı, İslâm dava ve aksiyonunun bunlara izafe edilmesi, bunlarda göründüğü gibi zannedilmesi, İslâma aykırı cephenin bütün din hıncının bu beceriksizler üzerinde bir nevi boks talimi yastığına benzer bir avantaj kazanması ve İslâm davasını temsil gibi bir şeref ve ehliyetin, bu ehliyetsiz ellerde bilinmesidir!.. Biz, tam 30 yıl, tırnaklarımıza kan ve ciğerimize kaynar su oturmuş; bu netice için mi çalıştık, çabaladık, didindik, yırtındık, yıprandık, helak olduk?.."

ŞAİRLER SULTANI

26 Mayıs 1980'de Türk Edebiyat Vakfı tarafından "Şairler Sultanı" ve 1982 yılında yayınlanan "Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu" isimli eseri münasebetiyle de "Yılın Fikir ve Sanat Adamı" seçildi.

1981 yılının başlarında, görünen yüzüyle, "içinde 20 yıl müddetle bir protoplazma halinde yaşattığı İman ve İslâm Atlası isimli eserini kalıba dökebilmek için", bir daha çıkmamak üzere evine kapandı.

Ve bir gece… 25 Mayıs 1983 gecesinde yatağında doğrulup, gözlerini pencereden dışarıya, karanlığa dikip dudaklarını kıpırdadı:

"Demek böyle ölünürmüş!.."

14. İslâm asrında; İslâm'ın asırlar sonra topyekûn muhasebesini yerine getirdi.

79 yıllık hayatı ve eserleriyle her dem, "hayal kanatları kan içinde" tek başına uçar gibi yaşadı.

"Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. BİRİNİ…

O, kim mi?

Allah'ın Sevgilisi…

Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı…

Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.

Binbir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahat saadeti karşısında şaşkın, hep o BİR etrafında helezonlar çizen bir hayat…

Benim hayatım budur!"

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN