Arama

Sultanı hayran bırakan iftarın baş tacı: Dürrizâde’nin hoşafı

Dünyaya yüzyıllar boyu hüküm süren Osmanlı Devleti için, Ramazan ayları ayrı bir önem taşırdı. Bu aya özel, iftar sofraları özenilerek hazırlanır; yemeklerin sunumuna ayrıca dikkat edilirdi. Sofralarının zarafetiyle nam salanlardan biri de, Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Molla’ydı. Dürrizâde, ikramının bolluğuyla tanınıyor; dönemin Sultanı II. Mahmud ise, bu söylenenleri mübalağalı buluyordu. Sultan, bu merakını gidermek amacıyla bir gün Dürrizâde’nin iftar sofrasına misafir oldu…

Sultanı hayran bırakan iftarın baş tacı: Dürrizâde’nin hoşafı
Yayınlanma Tarihi: 23.5.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 12.06.2018 12:31

Dürrizâde Abdullah Molla, Sultan II. Mahmud döneminin ilmi, zekâsı, zenginliği ve zarafetiyle ünlü Şeyhülislâmıydı. Dürrizâde'nin nâmı, üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu'nun da dışına taşmış; Avrupa ülkelerinin sefirleri bile bu zâtın kibarlığı, zarafeti, dikkat ve ikramının bolluğuna hayran kalmışlardı.

Dürrizâde, verdiği fetvalardaki isabetiyle olduğu kadar; konağında verdiği davetleriyle de hayranlık uyandırıyordu. Şeyhülislâm hakkında söylenenler, devrin Osmanlı Padişahı Sultan II. Mahmud Han'ın da kulağına gitmişti. Sultan, bu zât hakkında söylenenleri mübalağalı buluyor; Dürrizâde'nin bu şöhreti hak edip etmediğini merak ediyordu.


İSTANBUL'DA SICAK BİR RAMAZAN GÜNÜ

Yaz aylarına denk gelen sıcak bir Ramazan'da, Sultan II. Mahmud, Üsküdar'ın daha serin olacağı düşüncesiyle, Anadolu Yakası'na geçmek istedi. İkindi ezanı okunmadan, Sultan ve ona refakat eden devlet erkânı Üsküdar'a vardılar.

Namazını Mihrimâh Sultan Camii'nde eda eden hükümdar, bir süre cami çıkışında halkıyla sohbet ederek onlarla hemhâl oldu; ihtiyaç sahiplerine ihsanda bulundu. Ardından, caminin denize nâzır cephesindeki Nizamiye Karakolu'na doğru yürüdü; karakolu denetledi. Kapı önüne çıkarılan bir sandalyeye oturarak denizi seyretti.


SULTAN, DÜRRİZÂDE'NİN KONAĞINA GİDİYOR

Vakit giderek akşama yaklaşıyor; padişah ise, oyalanıyordu. Sultan Mahmud'a refakat edenler tedirgin oluyorlar, yaz günü tutulan orucun verdiği bitkinlikle yutkunup birbirlerine bakıyorlardı. Ancak bir şey de diyemiyorlardı. Her birinin aklında, Saray'a iftar vaktinde nasıl yetişecekleri sorusu vardı.

Akşam ezanına yarım saat kala ayağa kalkan Sultan, Doğancılar Yokuşu'na doğru yöneldi. Refakat eden devlet erkânı da peşine takıldı.

Dürrizâde Konağı'nın önüne geldiklerinde, ezana on dakika vardı. Şeyhülislâm'ın konağındaki kâhya, Sultan Mahmud Han ve yanındaki kalabalık devlet erkânını görünce, korku ve telaşa kapıldı. O akşam Şeyhülislâm Dürrizâde'nin iftar daveti yoktu. Bu yüzden, yemekler sadece hane halkına yetecek şekilde yapılmıştı.


"BENİM YEMEĞİMİ SULTAN'A VERİN!"

Kâhya, eli ayağına dolaşarak hizmetkârlara bazı talimatlar verdi ve hemen Dürrizâde'ye koştu. Telâşla, Sultan ve kalabalık bir refakatçinin avluda olduğunu söyledi. Şeyhülislâm, gayet sakin bir edayla gülümseyerek, "Telâş etme yahu! Hoş geldiler, şeref ve safalar getirdiler" dedi ve ekledi:

"Benim yemeğimi Sultan'a verin. Orta yemeği bu akşam gelen misafirlere verilsin. Ondan evvel gelmiş olanlara harem dairesine çıkacak yemeği verin. Haremdekilere de bu akşam başka yemek çıkarılsın!"

Böylece hiç telaş edilmeden, herkes iftar zamanı sofraya oturdu. Dürrizâde ile Sultan bir sofrada, diğer erkân ise, avludaki diğer sofradaydılar.

Haber verilmiş olsa ancak bu kadar hazırlık yapılabilirdi. Hem Sultan, hem de refakatindekiler bu işe akıl erdiremiyorlardı. Yemekler nefis, hizmet kusursuzdu. Padişah da dâhil olmak üzere, hiç kimse o akşam böylesi bir iftarı akıllarından geçirmemişti.

Yemeklerin konduğu kapların her biri, el sanatının birer şaheseriydiler. Ancak pilavla birlikte gelen hoşafların konulduğu cam kâselerin, o sofraya layık bir görüntüsü yoktu. Kâseler gösterişli olmasalar da, içindeki amberli hoşafın lezzet ve soğukluğuna söyleyecek söz yoktu.


"DAHA KALİTELİ CAM KÂSE BULAMADIN MI?"

Yemekten ve duadan sonra, hayret ve hayranlığını açıklayıp, Şeyhülislâmına büyük iltifatlarda bulunan Sultan, merakına yenik düşerek sordu:

"Hocam, hepsi çok iyi de, şu hoşaf taslarını beğenmedim. Onca nadide kap-kacak arasında sakil durdular. Daha kaliteli cam kâse bulamadın mı ki, bize hoşafı bu taslarda sundun?"

Dürrizâde ise, mahcubiyetle tebessüm ederek, "Sultanım efendim. Hatamızı hoş görünüz. Hoşafın tadı ve lezzeti bozulmasın diye buz parçacıklarını kâselere attırmıyoruz. Kâseyi buzdan yaptırıp, hoşafı buz kâseye koyuyoruz" dedi.

Şaşkınlığa uğrayan Sultan II. Mahmud Han, ne diyeceğini bilemedi. Refakatindekilerle birlikte, namazdan sonra konaktan ayrıldı. O günden sonra ne zaman Şeyhülislâm Dürrizâde'den söz açılsa, Sultan'ın mahcubiyetle "Dürrizâde Abdullah Molla, hâzâ zarif, hâzâ kibar ve hakikaten hânedan bir kişi" dediği ve "Saray'da bile böylesi yok" diye gıpta ettiği rivayet edilir.

Fikriyat

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN