Arama

İbn-i Arabi’de eşyanın kaynağı sorunu

Fütûhât-ı Mekkiyye’nin ilk oturumunda İbn-i Arabi’nin hangi bağlamda okunması gerektiğine bakış açısı getirmeye çalışan Prof. Dr. Ekrem Demirli, bu kez İbn-i Arabi’nin Ayan-ı Sabite kavramı üzerine önemli bilgiler verdi.

İbn-i Arabi’de eşyanın kaynağı sorunu
Yayınlanma Tarihi: 10.8.2017 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 26.12.2017 17:19

Eşya nereden var oldu sorusuna kaynak arayan İbn-i Arabi, cevap olarak "Yokluk ve yokluğun yokluğundan geldiğine dair" şeklinde bir cümle kullanır. Aslında burada kastedilen şey A'yân-ı Sabite'dir. Sabite kelimesinin devamı ise "El ayan ı sabite tu hi elmi ilahiyi" şeklinde gelir. Yani, Cenabı Hakk'ın bilgisinde sabit olan, sübut etmiş olan âyan. Bu önemli bir cümledir. Eşyanın hakikati nerededir tartışmasına açıklama olur.

Prof. Dr. Demirli ikinci dersinde A'yân-ı Sabite yani eşyanın hakikati üzerinden yola çıkarak, Arabi ve Konevi'nin dil anlayışı ile tasavvuf ilmine değindi.

İMKÂN VE MÜMKÜN KAVRAMLARI

İlk önce dikkat çekilmesi gereken yerin İbn-i Arabi ile ilgili yazı yazarken hangi soruların zihinde yer alması gerektiğine vurgu yapan Prof. Ekrem Demirli, bunun için öncelikle zihnimizde 'imkân ve mümkün 'ün ne olduğuna dair bilginin olması gerekir. Örneğin, İbn-i Arabi A'yân-ı Sabite dediğinde zihninde imkânla ilgili bir fikri var olur. İmkân hakkında bir şey bilmezseniz Ayan-ı Sabite neden ortaya çıkmış bir fikriniz olmaz. A'yân-ı Sabite dediğimiz şey aslında imkân kavramının hilafına söylenmiş bir sözdür, bilgisini veriyor.

İkinci olarak A'yân-ı Sabite'nin ne olduğunu anlamak için mutlaka Mu'tezile'nin madum fikrini anlamak gerekiyor diyen Ekrem Demirli, üçüncü kavramın da ehli sünnetin hudüs kavramı olduğunu belirterek, devamında şu bilgileri verdi:

"Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı kavramlar. İbn-i Arabi A'yân-ı Sabite terimini kullandığı zaman eşyanın kaynağı üzerine konuştuğunu bileceğiz. Ve temel problemin birlik çokluk üzerine olduğunu bileceğiz. Bunun içerisinde âlem de vardır, insan da vardır, vahiy (kelam) de vardır. Kelam, âlem ve insan bu üçü de ayrı ayrı tartışma konularıdır."

İBN-İ ARABİ'NİN ŞİİRSEL DİLİ

Sadreddin Konevi ve İbn-i Arabi'yi birlikte mütalaa ettiğinin altını çizen Demirli, Farazi sonrasındaki tasavvuf düşüncesini yani metafiziği inşa edenin ikisi olduğunu belirterek, bundan dolayı isimleri Şeyh-i Ekber ve Şeyh-i Kebir'dir, dedi.

İbn-i Arabi Şeyhül Ekber yani kurucu düşünürdür, Konevi ise ikinci derece kurucu düşünür unvanını alır. Sadreddin Konevi'yi dikkate almadan bu konuları anlamak imkânsıza yakındır bilgisini veren Demirli, Arabi'nin dili daha şiirsel dildir. Kavramdan beklenen donuklaştırma, katılaştırma vardır. Mesela, İbn-i Arabi'den Mevlana'ya çok çabuk gidersin. Arabi'nin bu şiirselliğinin önüne geçen kişi Konevi'dir, dedi.

Literatürde karşılaştırmalı metne en iyi örneklerden birisi, Konevi'nin, Nasreddin Tusi ile olan mektuplaşmalarıdır. Metafiziği öğrenmek, sorunlarını kavramak isteyenler için iyi bir örnektir diyen Demirli, Ayan-ı Sabite hakkında Konevi'nin den atıfta bulundu:

"Hak için varlık, onun zatının aynıdır. Yani hak, varlığın kendisidir. Bu önemli bir meseledir. Biz bu cümleyi söylediğimiz zaman kelamla vahdeti vücut arasındaki irtibatı kopartırız. Hakk'ın dışındaki her şey için varlık, onun hakikatine ilave bir durumdur. Bir şeyin hakikati ne demektir? Ayan-ı Sabite buna bir cevaptır. Konevi bu konuda, her varlığın hakikati ezeli olarak rabbinin bilgisindeki taayyün nispetidir. Bilgideki bu taayyün metafizikçilerin ıslahında Ayan-ı Sabite; başkalarına göre mahiyet, malum, madum ve şeyhi sabit diye isimlendirilir, diyor.

KONEVİ'NİN ÜSLUBU YANILTIYOR

Beni yanıltan şey Konevi'nin bu üslubu diyen Demirli, şöyle devam ediyor:

"Konevi diğerlerine göre A'yân-ı Sabite, imkân ya da mahiyettir diyor. Acaba aynı şeyden ama farklı isimlerden mi konuşuyoruz? Eğer böyleyse madum=mahiyet= A'yân-ı Sabite olur. Bunun çözümü, bu tasavvuf düşüncesiyle onun dışındaki nazari düşüncelerle bir ilişki kurmaya bağlı.

Tekrar asıl meseleye yani eşyanın hakikatini tespit etme eylemine dönen Demirli, İbn Arabi'nin Tedbirat-ı İlahiyye 'sinden bir söz aktarıyor:

"Allah basiretinizi nurlandırsın. Bilmezsiniz ki Allah'ın dileyerek ve irade ederek yarattığı ilk varlık basit nurani bir cevherdir."

KONEVİ'DE KESKİN BİR ÜSLUP YOKTUR

Dileyerek ve irade ederek, müstakil kavramlardır. Konevi 'de bu kadar keskin bir üslup yoktur. O cevher bir grubun görüşüne göre mekânlı, başka bir grubun görüşüne göre mekânsızdır. Allah'ın ilk cevheri yaratması irade ve ihtiyarıyla gerçekleşmiştir. Vurgu burada. Bütün bunlar İbn Arabi'den ayrıştırıyor.

Konevi şu cümleye dikkat çekiyor, "Allah dileseydi bazı insanların birden bir çıkar görüşüne aykırı olarak pek çok varlığı bir defada yaratabilirdi." Bu çok önemli bir problemdir. Fütuhat-ı Mekkiyye 'de bu konuyu baştan sona taradım.

Konevi birden bir çıkar der ve biter. Daha bu tartışmaların hiçbirine girmez. Zaten kitabın 10 kaidesi vardır, 10'unda da bunu söylüyor.

EŞYANIN ÇOKLUĞUNU İZAH

Eşyanın kaynağından sonra çokluğunu izah etmek gerektiğini ifade eden Demirli, şöyle devam ediyor:

"Bence bu tamamen İbn Arabi'ye veya tasavvufa mahsus bir düşünme biçimidir. Tanrıyı özne kabul ederek izah etmek. Yani buradaki hadiselere bir sebep bulmak değil de tanrının iradesine bir maksat bulmak. İbn Arabi veya Konevi bunu böyle düşünmüyor. Arabi tanrıyı var kabul ettiği için âlemdeki bütün hadiseleri bütün farklılıkları, tanrının esmasının farklılığı olarak görüyor. Mesela niçin bu âlem böyledir; çünkü esması vardır. Böyle izah ediyorlar.

Âlemi açıklarken tanrıya ulaşmakla, tanrıdan hareket ederek âlemi açıklamak ayrı şeyler. Âlemi açıklamak için tanrıya başvurduğunuzda bir ilkeye ulaşırsınız ve maksadınızı gerçekleştirmiş olursunuz. Tanrıdan başlayarak âlemdeki farklılığı konuşmaya başladığınız zaman konuşmanız devam eder. Tanrıda farklılık nasıl olur diye soru sorarsınız. Bunlar gerçek bir farklılık mı değil mi diye konuşursunuz. Tanrı üzerinde akıl yürütme marifetullah meselesi tasavvufun çok ciddi bir meselesidir. Rahman ile rahim birbirinden ayrıdır. Gafur ile kerim birbirinden ayrıdır."

TASAVVUF İLKE OLARAK TANRIYI ARAMAZ

Tasavvufun şu veya bu nedenlerle kullandığı argümanlardan bahseden Demirli, bunlardan bir tanesi kenz-i mahfi'dir der. Varlığı biz, âlemi tanırının maksadı açısından izah etmemiz lazım. Bu söz sufilerin maksadını anlatmak açısından doğru bir sözdür. Yani tanrı bir kenz-i mahfidir. Bilinmez gizli bir hazinedir, diyerek devam etti:

"Bu hazine ortaya çıkmak istedi, murad etti ve bu âlem ortaya çıktı. Bu tümdengelim bir modeldir. İşin güçlü tarafı tümdengelim yöntemini kabul etmektir. Biz bu âlemi tanrıdan hareket ederek izah edeceğiz. Yoksa tanrı bir yerde duruyor, biz âlemi çok merak ediyoruz, ondan sonra tanrıya gidiyoruz gibi bir şey değil. Öyle olduğunda tanrı sadece ilkeye dönüşür. Tasavvuf ilke olarak tanrıyı aramıyor."

"Mesela diyelim ki Allah'ın el mudil, el hadi diye ismi var. Bu isim ortaya çıkmak istediyse çıkacaktır. Böyle murad edildi, bu böyle oldu. O zaman soru şu: Allah böyle murad etti de biz bu kadar zahmete niye girdik? Bu soru, birlik-çokluk ilişkisinin kriz noktasıdır. Biz âlemden ve kendimizden hareketle tanrıya ulaştığımızda büyük bir boşluk oluşuyor. Bu boşluk içerisinde özgürlük vs. her şey olabilir.

Biz bu boşluğu ortadan kaldırıyoruz ve diyoruz ki tanrı irade etti ve burası oldu. Tanrı dedi ki âlemde dalalet, hidayet, izzet hepsi olacak, kaçınılmaz. O zaman insan diyor ki; anladık ama mükellef nasıl olacağız? Yükümlülüğün temellendirilebilmesi için boşluk şarttır ya da şarta yakın bir şeydir. Biz bunu zaman içerisinde tartışacağız ama bunun kesin bir cevabının olmadığını da söyleyeyim."

TASAVVUFTA RÜYA BİLGİ KAYNAĞI DEĞİLDİR

Rüya konusunda önemli bilgiler veren Demirli, İbn Arabi'nin kitabın girişinde bir rüyaya atıf yaptığını ifade ederek şöyle devam ediyor:

"Arabi rüyasını anlatıyor: Peygamber Efendimizi rüyasında görüyor, huzuruna gidiyor. 4 sahabe var ona minbere çık diyor, konuşma yapıyor. Burada Arabi'nin kendisinin yorumladığı bazı unsurları var. Örneğin; peygamber efendimiz orada oturuyor, aramızda bir örtü vardı diyor. Bu epistemolojide bizden daha üstün olduğuna dair ifade edilir.

Rüya meselesi tasavvufun ciddi meselelerindendir. Tasavvufta rüya bilgi kaynağı olarak görülmez. Arabi kendi rüyasını Hz. İbrahim'e anlatırken, rüyasını yanlış yorumladığını söyler. Daha doğrusu tabir etmeden ele aldığını söyler, dolayısıyla yanlış bir neticeye ulaştı der. Bu önemli bir bakış açısıdır. Tasavvufta bununla ilgili bir tabir var: ilmi tabir. Rüya verisini bilgiye dönüştüren ilme tabir ilmi denir. Duyular bize bir bilgi vermez, bizi yanıltabilir. Henüz tabir edilmeyen rüya bilgi değil, veridir."

DİNİ DÜŞÜNCENİN MUHALİF KANATLARI

Dini düşüncenin muhalif kanatlarından bahseden Demirli, konuyla ilgili Gazali'ye değiniyor. Gazali'nin akılcı metafizikçileri, dini düşüncenin tek rakibiymiş gibi göstermesinin bizi yanılttığını ifade ederek;

"insanlar dinin muhalifi dendiğinde, dini felsefe akıllarına geliyor. Buna Gazali'nin bu durumu gözümün önüne çok getirmesi neden oldu. Öyle ki Tehâfütü'l-Felâsife yani filozofların tutarsızlıkları anlamına gelen bir kavram kullandı, dedi."

KİMLER DİNİ DÜŞÜNCE İÇERİSİNDEDİR?

Demirli, bir insanın dini düşünce içerisinde olup olmadığını anlamak için kullandığı ölçüden bahsetti. Demirli 'ye göre bir insan, vahyi yani peygamberi, bizden üstün kabul diyorsa, nübüvvet ve vahiy akıldan büyüktür diyorsa orada dini düşünce vardır ve o kişi dini düşünce içerisindedir. Hayır, aşağıda kabul ediyorsa dini düşünce içerisinde değildir. Eğer ki eşit kabul ediyorsa bana göre yine dini düşünce içinde değildir, açıklamasını yaptı.

TASAVVUF HADİS ANLAMINA MI GELİYOR?

Son olarak, en sık sorulan konuya değinen Demirli, şöyle konuştu:

"En sık sorulan konu, tasavvuf peygambere uymayı savunuyor ama hadis de aynı şeyi savunuyor. Peki, tasavvuf hadis mi? Bunu şöyle açıklayalım:

Bütün dönemlerde asrısaadete dönelim meselesi çok büyük bir meseleydi. Peygamber bütün bilgilerin hamilidir. Onları bize taşır, vahiy ve sünnet bunları içerir. Fakat Hicri birinci asırda insanların bilmediği şeyleri biz, altıncı asırda öğrendik. Buna kabaca yaklaşsak deriz ki, ana fikir olarak biliyorlardı. İbn-i Arabi bunu böyle geçiştirebilecek birisi değil.

Bakıyoruz mesela dünya yuvarlaktır diye bir teori çıkıyor, o zaman Kur'an-ı Kerim'i ona göre yorumluyorsun. Bu noktada altını çizmemiz gereken yer, vahyin takip edilebilir bir aklı olup olmadığıdır. Mukaddime Süleyman ile Fahreddin Razi'nin tefsirini okuyun, Kur'an-ı Kerim'i yorumlama biçimi çok değişmiş.

Aynısı tasavvuf biçimi için de oluyor. Tasavvuf nesilden nesile gider. Bunu anlatmak için de rivayetler var. Varmak istedikleri şey, sonradan ortaya çıkan bilgiler vahye aykırı değildir, bunu çözmek istiyorlar. Bu bütün bilimlerin çok büyük bir meselesidir. Bu bilgiler vahiyden nasıl ortaya çıkmıştır? İmam Buhari hadis aktarıyor diyelim, İbn Arabi ile konuşsalar İmam Buhari'nin hiç kabullenemeyeceği şeyler çıkabilir.

"BÜTÜN TASAVVUF HADİSLERDEN ÇIKMIŞTIR"

Demirli son olarak kaynak ve irtibat üzerine duruyor:

"Bütün tasavvuf hadislerden çıkmıştır cümlesini kullanmak çok kolay. İbn Arabi asla böyle bir cümle kullanmaz. Bunun nasıl olduğunu izah etmek gerekir. Bütün tasavvuf Kur'an-ı Kerim'e uygundur. Bunu söylemek kolay. Nasıl uygun olduğunu göstermemiz lazım. Dini düşüncenin en önemli meselesi budur. Kaynakla irtibat nasıl kurulacak ve kaynak nasıl tefsir edilecek?

Şu cümleleri fıkıh için söylesem kimse yadırgamaz. Fıkıhta kaynakla irtibat nasıldır, kaynak doğru mu yorumlanmıştır, yanlış mı yorumlanmıştır desem kimse şaşırmaz. Şaşırılan genelde tasavvuf. Tasavvufta sahih bilgi üzerine çok konuşmalar vardır.

İbn Arabi'nin bu konudaki cevabı şöyle: "İbn Arabi kendi devresini ağacın meyveye durduğu devir olarak görür. Marifetin zirvesi yedinci asırdır. Bundan dolayı da İbn Arabi ve Konevi'de kıyamet koptu kopacak, mehdi as geldi gelecek böyle bir durum vardır."

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN